top of page

08.12.1926

TÜRKİYE’NİN BİR ŞEHRİNDE PEÇE YASAKLANDI

 

Trabzon şehrinin yetkilileri Müslümanlar tarafından giyinilen peçeyi yasakladı. Bu kıyafetin kadınların hayatlarını kazanacak parayı bulma ihtimalini azalttığını, sağlık açısından sakıncalı olduğunu ve kimlik tespitleri esnasında polisin işini zorlaştırdığını ifade ettiler.

On gün müddet verildi. Bu süreden sonra peçe takmakta ısrar eden kadınlar tutuklanacaklar.

Mustafa Kemal Paşa’nın peçeye karşı olduğu bilinse de ilk kez bir vilayette böylesi bir yasaklama ile karşılaşılıyor. Üstelik bu şehir devrimlere iştirak konusunda hevesli olan şehirlerden biri de sayılmaz. Yasak akıllara Kemal’in Paflagonya* ziyareti esnasında kafasında şapkayla yaptığı konuşmayı getiriyor.

*Zonguldak, Bartın, Kastamonu illerini kapsayan bölge.

12.12.1926

BRİTANYALI, ADASINA ZARAR VERDİĞİ GEREKÇESİYLE TÜRKİYE’YE DAVA AÇTI

Türk Devleti’ne, sahip olduğu adaya zarar verdiği gerekçesiyle 255.000$ değerinde tazminat davası açan Anthony Edwards’ın davasını anlamak için bu karışık olayın geçmişini görmek gerek.

Uzun Ada’nın dilimizdeki karşılığı Long Island. Bir asır evvel Edwards ailesi mensubu Anthony Edwards adayı bir Türk’ten satın almış. Edwards o sıralarda İzmir’deki Britanya Ordusu’na mensup bir görevlidir.

Edwards adaya ancak birkaç kez gelebildi. 1892 yılında öldüğünde miras oğluna kaldı. Oğul iki yıl sonra ölünce bu kez varis torun oldu. Torun Anthony Edwards adayı bayındır hale getirmeye niyet etti.

İzmir’den 30km açıktaki bu adanın uzunluğu 5km, genişliği 3km. İklimi hoş, toprağı bereketli; üzümü, tütünü, şarabı ve envai çeşit ürünü lezzetli.

Yüzyılın sonunda Osmanlı vatandaşı olan Rum köylüleri yaşıyordu adada. Sayıları 1914 yılında 2000 civarındaydı. Adanın bu durumu toruna kardan çok zarar getirince toprağını Türklere satmaya karar verdi. Zira İzmir vilayetine ödemesi gerektiği vergiyi köylülerden toplayamıyordu.

Daha sonradan sadrazam olan Kamil Paşa o sıralarda bu vilayetin başındaydı. Adanın Osmanlı’ya satışına aracı olmaya çalıştı ancak önerilen para Anthony’nin beklediğinden çok daha az olunca ada torunun elinde kaldı. Kamil Paşa, Anthony köylülerden vergi toplayabilsin diye buraya Arnavut askerleri gönderdi. Ancak bu da kar etmedi.

Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Edwards burayı bir tatil yerine dönüştürmeye karar verdi. İklim de konum da buna çok müsaitti ancak savaşın patlak vermesiyle Edwards ailesinin tüm mallarına el konuldu.

Savaşın bitimiyle adaya Yunan ordusu hakim oldu. Ada yine Anthony’nin eline geçti. İsmi de Drymussa olarak değiştirildi. Yunan orduları adayı siperlerden temizlediler. Sadece çok ağır olan Krupp silahlarını bıraktılar. Köylüler de geri döndüler. Anthony onları adaya almamak için sahilde bir başına nafile mücadele etti. Daha sonra Kemalistler adadan ve Anadolu’dan Yunan ordusunu çıkardılar. Ada sakinleri de Midilli’ye gittiler. Edwards da kendini eskisinden de kötü bir pozisyonda bulmuş oldu.*

*Anthony Edwards 1957 yılında İzmir’de öldü. Varis kızı Gwynneth Antoinette Giraud oldu. 12 Eylül sonrası Erbakan ve Türkeş’in adada hapis yatmalarıyla ada gündeme geldi. Hanım 1982 yılında Türkiye’ye dava açtı. Üç bilirkişiden ikisi kadını haklı bulsalar da dava ailenin leyhine sonuçlanmadı. Dava sürecinde Gwynneth de öldü. Giraud ailesinden geriye kalanları ve aileyi tanımak için İzmir’deki Giraud Evleri’ni gezmenizi öneririm. Ailenin meşhur mensuplarından biri de Mustafa Koç’un eşi Caroline Giraud

14.12.1926

TÜRK DEMİRYOLLARI İNŞAATI İÇİN BELÇİKALI FİRMA 20.000.000$ ANTLAŞMA İMZALADI

Türkiye Devleti, Belçikalı bir firma olan La Societe Industrielle de Travaux ile demiryolları ve Samsun’da bir liman inşaatı için kontrat imzaladı.

İnşa edilecek iki hattan ilki Ulukışla-Kayseri güzergahında ve 120km uzunluğunda. İkinci hat ise Sivas-Turhal arasında ve 110km uzunluğunda.

İnşaatın üç sene süreceği ve 20.000.000$’a mal olacağı bilgisi verildi. Belçikalılar Türk tarafından 3.000.000$ ön ödeme alarak işe başlayacaklar.

Danimarka şirketleriyle ortak çalışan İsveçli bir grubun da bu ihalede yer aldığı iddia edildi ancak resmi kaynaklarca yalanlandı. İsveçli grup ile Diyarbakır-Malatya ve Ereğli-Ankara hatlarında çalışma yapılabileceği söylendi.

Chester Projesi’nin suya düşüşü sonrası Türk tarafı yabancılardan gelen tüm yardımları ve teklifleri geri çevirmişti. Bu kontrat gösteriyor ki Türkler, Anadolu’nun ekonomik gelişmesi için yabancılarla çalışmayı bir kez daha denemek istiyorlar.

14.12.1926

TÜRKİYE KADINLARI PEÇE TAKMAMAYA İKNA ETMEYE ÇABALIYOR

Başkan Mustafa Kemal’in takipçileri geçen yılki fes yasağından sonra şimdi de kadınların peçelerine karşı savaş veriyorlar.

Tartışmalar geçtiğimiz sonbaharda Mustafa Kemal’in konuşmasında kadınlara peçe takmamalarını nasihat etmesiyle başladı. Bazı vilayetlerde peçeye yasak getirilmesiyle birlikte tartışma iyiden iyiye alevlenmiş oldu. Bu uygulamayla kadınların tepkisi ölçülmüş oldu ve görüldü ki bilhassa fakir sınıfa mensup kadınlar geleneğe sıkı sıkıya bağlılar ve erkeklere kıyasla daha asiler.

Kemalistler peçe takmanın sağlıksız oluşu ve kadınların para kazanmasını mani olduğu argümanlarıyla vatandaşları ikna etmeye çabalıyorlar. Trabzon vilayetinin peçeyi yasaklayan kararını İstanbul takip etti.

Reform rüzgarına katılanlardan biri de Polatlı oldu. Haremde giyilen şalvar, korse gibi kıyafetlerin kullanımına yasak getirildi.

17.12.1926

YENİÇERİ KOSTÜMLERİYLE YAPILAN GEÇİT TÖRENİ

Güçleri, onları var eden sultanları kaygılandırmaya başlayınca, bir asır evvel katledilen Eski Türkiye’nin ateşli savaşçıları yeniçerilerin ışıl ışıl üniformaları ve kılıçları, Yeni Türkiye’nin barışçıl geçit törenlerini süslüyor.

Bir asır evvel Sultan Mahmud, yeniçerilerin katlini emretmişti. Sadece İstanbul’da 30.000 yeniçeri öldürülmüştü. Kıyım ülke boyunca tek bir yeniçeri kalmayana dek sürmüştü.

Bu eski askerlerin kostüm ve silahları İstanbul’daki askeri müzede muhafaza ediliyor. Cumhuriyetin vatandaşları bu kostümleri milli bayramlarda giymek üzere kiralayabiliyorlar.

Doğuya has şaşaanın numuneleri olan parıltılı düğmeler, dev kemerler, ışıl ışıl kılıçlar ve devasa türbanlar, Kemalist rejimin modernizasyon hamleleriyle tarihe karıştı.

19.12.1926

KEMAL’İN ANKARA’YI İNŞA ETME HAYALİ VAR

Binbir Gece Masalları’nda dahi Yeni Türkiye’nin Ankara’sındaki kadar olay yoktur. Politik açıdan bakarsak, dünya tarihi sahnesindeki en dikkate değer fenomenlerden biri olmayı hak ediyor. Başarılı olursa olağanüstü bir şey başarılmış olacak, başarısız olsa bile insanlarını ayağı kaldırmayı başarmış olacak.

Mustafa Kemal Paşa kendi halkının Musa’sı. Onlara yeni bir vatan sözü veriyor. Şüphe içindekileri ikna etmek için mucizeler yaratma gayretinde. Belki de bir Harun. İsteklerini gerçekleştirmek ve sarp kayalardan su çıkarmak için asa kullanmıyor. Anadolu’nun kurak platosunda bir bahçe yapmayı planlıyor. Burayı sulamak için de pek yakın sayılmayacak bir gölün suyunu kullanmayı düşünüyor. Ankara’nın meydanlarında çeşmelerden sular dökülmeye başlayınca, Mustafa Kemal’in de rüyası gerçekleşmeye başlayacak.

Bu hayali gerçekleştirmek ne kadar zor olsa da Ankara’ya katacaklarını tasavvur edebilmek için burayı bir kez görmek yeterli. Boğaz’ın Asya yakasındaki Üsküdar’dan kalkan trenler, Marmara Denizi’nin etrafını dolanıyorlar. Topraklar bereketli, harap evlerine ve kirliliklerine rağmen köyler müreffeh. Güneş batıda söndüğü zaman gözler renklerin binbir türlüsü ile doyar. Ankara’ya giden bu trenler Viyana’dan İstanbul’a gelen Doğu Ekspresi’nden daha iyi durumdadır. Mobilyaları da döşemeleri de daha yenidir. Tren, Boğaz ve Marmara’nın büyülü güzelliğinden adeta bir çöle dalar usulca. Burayı çölden ayıran tek şey binlerce yıldır yapılan ziraattir. Bu topraklarda modern tarıma ait aletleri ve sentetik gübreleri bulamazsınız. Köylülerin ellerinde eski çağlardan beri kullanılan sabanlardan başka bir şey yoktur. Burada ağaç namına bir şey yoktur. Ara ara görülen koyun sürüleriyse bu çorak kayaların arasında otlarlar. Ankara’ya yaklaştıkça ülkenin daha da çoraklaştığını görürsünüz.

Başkent Ziyaretçileri Şaşırtıyor

Başkente birkaç kilometre kala karşılaştıklarım gerçekten şaşırtıcıydı. Kimisi ahır, kimisi de oturmaya elverişli olan birçok yeni bina gördüm. Öğrendim ki bu ‘Gazi’nin tarım modeli’ imiş. Mustafa Kemal Paşa Anadolu çiftçisine zamanla nelere ulaşılabileceğini göstermeyi hedefliyor. Birinci basamakta bu ilkel tarımı bırakıp, modern araç ve gereçlere uyum sağlama süreci var. Tabii ki istenilen bu araç ve gereçlerin nasıl sağlanacağı merak konusu.

Ziyaretçi bu gözü pek yaban hayatın şaşkınlığını üzerinden atamadan Ankara’ya ulaşmış oluyor. Tren istasyonundan göründüğü kadarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin resmetmeye değer bir manzarası var. Birkaç kilometre sonrasında dev gibi bir kaya yükseliyor düzlükten. Kayanın etrafı ortaçağdan kalma surlarla çevrili. Eteklerinde eski ve yeni yapılar yer alıyor. Sağa doğru sunturlu bir bina göze çarpıyor. Yanları beyaz, orta kısmı üzerindeyse siyah bir kubbe yükseliyor. Burası da Anadolu Medeniyetler Müzesi. Kubbe normalde altınla kaplıymış ancak bir sebeple şimdi yerinde yok. Ödenek bulunduğunda yenilenecekmiş.

Şehri tanıdıkça verilen olağanüstü çabayı görebiliyorsunuz. Ankara başkent olmazdan evvel bu bölgenin en önemli şehriymiş. 5.000 ile 20.000 arasında değişen bir nüfusu varmış. Türk yetkililer buranın mukimlerinin sayısı konusunda pek kesin bir rakam veremiyorlar. Fakat dışarıdan gelenlerle beraber şimdiki nüfusun 80.000 civarında olduğunu söylüyorlar.

Bir Adamla Değişti

Tüm bu değişimin bir adam vasıtasıyla başladığını düşünmek hayret verici gerçekten. Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’yı başkent yapmasının stratejik ve politik olarak iki sebebi var: Ankara Paşa’nın fikrine göre zapt edilmesi çok güç bir konumdadır ve Paşa yeni Türkiye’yi eski başkent olan İstanbul’dan mümkün olduğunca uzakta inşa etmek istemektedir. Yeni Türkler İstanbul’u çürümenin ve çözülmenin sembolü olarak görüyorlar.

Padişahlar, ikamet ettikleri şehirleri süslemek amacıyla bembeyaz imparatorluklarını kana buladılar. Para toplanan eyaletlere tek bir çivi bile çakılmadı. Alman Kayzerinin yapacağı ziyaret için Abdülhamid, Yıldız Köşkü’ne milyonlar harcadı. Bu köşk şimdi Pera ve İstanbul’un diğer yerlerindeki gayrimüslimlerden para kazanmak ve bu paraları ülkenin geri kalmış yerlerine harcamak adına kumarhaneye dönüştürüldü. Kumarhane her ne kadar Türklere yasak olsa da, bu yasağı delmek, yasağa riayet etmekten daha forslu.

Mustafa Kemal Paşa’nın fikri bir ölçüde eski sistemi tersine çevirmek ve eskiden ihmal edilen şehirleri refaha kavuşturmak için İstanbul’u yolmak. Ankara bu yeni yazgının bir sembolü adeta. Şimdiden şehir için epey para harcandı. İşler rayına girdiğinde daha da fazlası harcanacak.

Gördüğüm kadarıyla toplumun her kesimi fikir birliği etmiş gibi. Şimdiye kadar başarılmış işlerin gururunu taşıyor herkes. Tüm tecrübesizliklerine rağmen olabildiğince az hata yapıyorlar.

Ankara halkı kent meydanında akan çeşmelerin yarattığı sevince henüz katılmış değil. Onlar şehirlerine 30 km uzaklıktaki gölden su getirmeye çalışan mühendislerin yaptığı yanlış hesaplamayı konuşuyorlar.  İyimser ve kötümser oranlarının aynı olduğu şu şartlar altında en iyi hakemlerin yabancı gözlemciler olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi “Mustafa Kemal’in çabalarına büyük hayranlık duyuyorum ancak girdiği mücadelede doğa ile karşı karşıyadır” dedi. Bir başkasıysa “Başarısız olması için bir sebep göremiyorum. İhtiyacı olan tek şey su ve bitki örtüsü. Su bulunur ve dikkatli bir ağaçlandırma sistemiyle çorak Anadolu toprakları bereketli yerlere dönüştürülebilir. Bizim ülkedeki altınbaşaklar* burada kullanılmaya çok müsait.” dedi.

Altınbaşak Toz Tutabilir

Bu bitkinin ekimiyle ilgili aldığım tavsiye Ankara’nın ve ülkenin bir kısmında uygulanabilir. Ankara hakkındaki ilk izlenimim insanın ağzını, gözünü ve burnunu dolduran bir toz bulutunun havada asılı kaldığıydı.

Nessos’un gömleğine** benziyordu. Ankara hakkında söyleyebileceğim ve tozdan da kötü olan bir şey var o da çamur. Fakat ben bunu hiç deneyimlemedim zira Ankara’da kaldığım sürece yağmur yağmadı. Ben şehri terk ettiğimde güneş çıkmış ve her yeri aydınlatmaya başlamıştı. Her pencere ışıl ışıldı. Eski taşlar gül rengine batmış, yeni binalarsa parıldıyordu. Hakiki güzelliğin ne olduğunu düşünmeye başlamak tozu, kirliliği ve diğer sevimsiz şeyleri unutturdu. Umarım Mustafa Kemal’in hayali gerçek olur ve tepenin üzerine kurulu bu şehir, Yeni Türkiye hayalinin peşindeki insanların umudunun nişanesine dönüşür.

* Yahudi otu diye de bilinen bir bitki. Latince ismi Solidago virgaurea’dir.

** Nessos bir centaurdur. Belden aşağısı at, yukarısı insan olan mitolojik bir yaratık. Herakles’in göz koyduğu Denaieira’ya tecavüze yeltenince Herakles tarafından öldürülür. Nessos kanlı gömleğini kadına verir. “Bir gün Herakles sana ihanet edecek olursa bu gömleği giydir, sana sadık kalır” der. Gün gelir gömlek kadına lazım olur ve Herakles’e giydirir. Herakles öyle acı duyar ki kendini ateşe atıp, yakar. 

20.12.1926

SAVAŞ GEMİSİ ve TERSANEDE ESRARENGİZ HASAR

İzmit’teki tersanede meydana gelen kazada hasar gören Yavuz ile ilgili sır perdesi kalkmış değil. Yerel basında olayla ilgili bir habere rastlanmıyor. İzmit’in askeri alan olmasından kaynaklanıyor olsa gerek.

Güvenilir kaynaktan aldığımız bilgilere göre tersanedeki dubalardan bazıları batmış ve hasar büyükmüş. Tersanenin inşaatını Almanlar üstlenmişlerdi.  Yavuz ve tersane Berlin’deki bir şirket tarafından sigortalanmış ve hasarın bir kısmını şirket üstlenecekmiş.

Hasarın ne kadarının karşılanacağı sigorta antlaşmasına göre değişiklik gösteriyor ancak tahminen oran %10 olacak ki bu da 1.250.000£ eder.

23.12.1926

LOZAN ANTLAŞMASI’NA DAİR SORULAR

“Petrol ve tütün” suçlamaları Amerikan hükümetini askıda olan Lozan Antlaşması konusunda harekete geçirdi.

Utah Senatörü King, Birleşik Devletler’in Ermenistan’ın özgürlüğü ve Türkiye’deki Hıristiyanların haklarının korunmasını kendisine görev edindiğini söyledi. Ankara hükümetinin Chester imtiyazlarını onaylamasıyla, Amerika’nın bu prensiplerden taviz verdiğini savundu. Lozan Antlaşması’nın Amerikalı delegelerinden bazılarının petrol ve tütün tüccarlarının menfaatlerini korumayı amaçladığını iddia etti. “Lozan Antlaşması, Viyana Kongresi’nden* bu yana süregelen Hıristiyan diplomasisinin geldiği en alçak seviyedir. Bu Amerikan idealleri ve onuru için olduğu kadar Hıristiyanlık için de bir sınavdır. Şu görülmelidir ki kendini Ermenistan’ın özgürlüğü ve Türkiye’deki Hıristiyanların haklarının korunmasına adayan Amerika, Türkiye’nin Lozan konferansından beş ay sonra Chester imtiyazlarını onaylamasını takiben, ideallerini savsaklamaya başlamıştır. Yeni Türkiye’nin diktatörü olan Mustafa Kemal, padişahlığı ve halifeliği kaldırdı ancak tüm imtiyazları elleriyle kurduğu bir meclis vasıtasıyla kendinde topladı. Modern yasalar çıkardığını ve sivil bir anayasaya geçildiğini iddia etse de ülkesindeki Hıristiyanları –Türklere itaat etmelerine rağmen- en temel haklarından dahi yoksun bırakıyor. Milletler Cemiyeti’nin hazırladığı raporlara dayanarak söylüyorum ki Musul’daki Hıristiyan cinayetlerinin binlercesinden o sorumludur ve şimdi de Türk haremlerinde binlerce Hıristiyan kadın ve kızı tutmaktadır. Düzmece yargılamalarla yol arkadaşlarından on yedi tanesini astırmıştır. Geçtiğimiz sene on binlerce Kürdü katletmiş ve bir o kadarını da Anadolu’nun doğusuna ve hatta sınırları dışarısına, Irak’a, İran’a sürmüştür. Halkını aşırı vergiler altında ezmektedir. İmzaladığı Lozan Antlaşması’nı bile çoktan defalarca ihlal etmiştir.”

*Napolyon Fransa’sının alt üst ettiği dengeyi yeniden kurmak amacıyla 1815’te Viyana toplanan kongre. İktidar Avrupa devletleri arasında pay edildi. Bu da beraberinde 100 senelik bir sulh getirmiş oldu.

26.12.1926

TÜRKİYE MICHELANGELO’SUNA FEVKALADE HÜRMET GÖSTERİYOR

Aziz Petrus Bazilikası’nı kimin yaptığını bilmeyen yoktur. Bu ismi hatırlamakla, unutulmaya yüz tutmuş bir mimari geleneğin istisnasını da isimlendirmiş olduklarının farkında değiller muhtemelen. Sınama, Emerson’un dizeleriyle geliyor; “Hıristiyan Roma’nın yollarını genişleten”* mimarların isimlerini kimler sayabilecekler?

Eğer gerçekten bu konuya kafa yorduysak bile mimarlarımızın isimlerini unuttuk. Bir resme yahut heykele baktığımızda bunun Rodin mi Rafael mi olduğunu söyleyebiliyoruz. Bilmiyorsak da sorup öğrenmek mümkün. Piramidlere, Panteon’a, Kolezyum’a bakıyoruz. Norte Dame de Paris, Woolworth binası… Tüm bunların mimarlarını, bu konuyla hususi olarak ilgilenenler de dahil pek azımız biliyor, hatırlıyor. Gündelik hayatımıza en çok nüfuz eden bu sanatçıları unutuyoruz.

Eğer İstanbul’da olsaydık bu insafsız unutuştan bir nebze olsun kurtulabilirdik. Hiç olmazsa soluğu pürüzsüz mermer kubbeleri şişiren, şark sihirbazı bir mimarın ismi hatırımıza kazınırdı. Türkiye yılın bu
günlerinde Mimar Sinan’ın yasını tutuyor. 

Elleri Ayasofya’ya Dokundu

Sinan, Michelango’nun İtalya’da, Albert Dürer’in Almanya’da ve Shakespeare’nin İngiltere’de yaşadığı dünyada yaşadı. Çağına layık bir isimdi. Batı’nın bilgisi ve görgüsü, taşralı perspektifini aşmayı başarınca Sinan’ın dünyanın en müthiş mimarlarından biri olduğunu fark ettik.

Ayasofya’nın görkemli kubbesi insanın yaratıcı dehasını binlerce yıldır şaşkına çevirmişti.  Kimse böylesi bir kubbenin dengini inşa edemedi.  Sonra Sinan çıkageldi ve ona yeni bir hayat verdi. Dahice bir dokunuşla onun Bizans payandalarını kesip attı ve yerine kendi inşa ettiği camilerde olduğu gibi yarım kubbelerle destek koydu.

İnsanların ununu eleyip, eleğini astığı bir yaş olan 80’de, o Ayasofya’nın bile kubbesini gölgede bırakacak bir kubbe inşa etti. Edirne’deki bu görkemli miras Sinan’ın bıraktığı gibi durmaktadır. Türk başkentindeki eski yapıları yerle bir eden bunca depreme rağmen onun eserinden bir taş dahi oynamamıştır. Sinan bundan da fazlasıydı. O 300 sene evvel İstanbul’un şimdiki eşsiz ve güzel siluetini tasarlamıştı.

Öğrencileri onun mirasını ve tecrübesini sadece İstanbul’da muhafaza etmediler, Hindistan’a kadar taşıdılar. Delhi, Agra, Lahore ve Kaşmir’deki kaleleri; Büyük Moğol saraylarını bu tecrübelerle yenilediler. Taj Mahal’in mimarı olduğu düşünülen İsa Muhammed bu

varislerden biridir. “Asya’nın Panteonu” olarak görülen bu eser Mimar Sinan’ın dehasının miraslarındandır.

50 yaşına kadar Osmanlı ordusunun askerlerindendi.  Bu yaştan sonra güç bela ordudan ayrıldı ve mimar olmaya karar verdi. Hayatının diğer 50 yıllını da üç padişahın baş mimarı olarak geçirdi. Bunlardan ilki Muhteşem Süleyman’dı. Sinan 1587 yılında öldüğünde geride 338 eser bıraktı.

Sinan’ın mirası bizim Türkler hakkındaki kanımızı doğrulamıyor. İnsanlığa güzel hiçbir şey bırakmamış, yok edici değersiz göçebeler olduğunu düşündüğümüz bu milletin tek neferi bile yarım yüzyılda 80 devasa cami (bazılarının değeri 2,600,000$’dan fazla), 400 mescit, 60 medrese, 31 tekke (dervişler için manastır), 32 saray, 19 türbe ve anıt mezar, 7 kütüphane, 17 imaret (kamuya açık mutfak, aşevi), 3 hastane, 8 köprü, 15 su kemeri, 6 yer altı rezervuarı, 19 kervansaray ve 33 hamam inşa etmiştir.

Bu bilgiler Sinan hakkında bir fikir verecektir elbet, fakat eksik bir fikir. Örneğin imareti bir mimari eser olarak değil de kulübeden bozma bir yapı olarak görür, biliriz. Sinan’ın imaretleriyse 1 metre kalınlığında taş duvarla örülü, iç mekanı ağaçlar ve bazen şadırvanla dolu, Gotik kemerlere benzer kemerlerle çevrili bir yapıydı. Muhteşem Süleyman’ın devrinde bu yerlerde dilenciler, yoksullar hiçbir paşaya yüz sürmeden, gönül rahatlığıyla ve bedavaya yemek yiyebilirlerdi.  Sinan’ın imaretleri pek çok ülkedeki saraylardan görkemliydi.

İlginçtir, Sinan’ın eserleri arasında en az kalıcı olanlar saraylar olmuştur. Çoğunlukla ahşaptan inşa edilen bu yapılar yangınlarda kül olmuştur. Diğer yapıları günümüze ulaşmıştır çünkü sarayların aksine taştan yapılmışlardır.  Günümüze ulaşamayan bir camisi vardır ne yazık ki o da Sinan’ın kendi olanaklarıyla yaptığı camidir**. Yangından yalnızca minare kurtulabilmiştir.

Bir yeniçeri olan Sinan’ın Türk olmasını kabullenemeyen Batılılar kimi zaman onu Rum, kimi zaman Arnavut ilan ettiler. Fakat Sinan’ın da yazdığı gibi, o I.Selim zamanında Kayseri’de yeniçeri ocağına alınmış cahil bir gençti sadece.

O, Türklere Ait

Kökeni ne olursa olsun bir insan ve bir sanatkar olarak o Türklere aittir. Onlar tarafından eğitildi ve onlardan biri gibi yaşadı. Ebeveynleri Hıristiyan bile olsalar Sinan onların inancını kabul etmedi. Bilakis yazdıklarından anlaşılıyor ki o katıksız bir Türk ve katıksız bir Müslümandı. Muhammed’in ateşli bir takipçisi, Sultanın sadık bir kuluydu. Sanatı tümüyle Şark sanatıydı. Onu besleyen yabancı unsurlar sadece İran ve Arap kültürüydü.

16. yüzyıldaki Türk savaşlarında o yeniçeriydi. Piyade olarak başladı. Belgrad kuşatmasında da piyadeydi. Ertesi sene Rodos kuşatmasında yer aldı. Daha sonra Seybanlığa terfi etti. Muhafız da denebilir. Mohaç Meydan Muharebesi’nde ise sipahiydi. Bundan 6 ay sonra da Bağdad kuşatmasında bir deve üstündeydi.

“Yeniçeri okulundayken mimarlığa olan aşkım beni çok çalışmaya itti. Marangozluk öğrendim. Ustalara çırak oldum. “ Öyle anlaşılıyor ki Arabistan ve İran seferlerinde bir askerken bir yandan da zanaatini geliştiriyordu. Sadrazam Lütfi Paşa Sinan’daki bu yeteneği keşfetti. Van Gölü kıyılarına geldiklerinde ondan kendisi için gemi inşa etmesini istedi. Karşı kıyıdaki İranlılar hakkında istihbarat toplayacaktı bu gemilerle. Üç gemi yaptı ve filonun başına geçti. Sınavı hakkıyla veren Sinan, Süleyman’ın muhafızı olmaya hak kazandı.

Polonya ve Moldovya seferlerine Süleyman ile birlikte gitti. Birlikleri Prut Nehri durdurdu. Zeminin elverişsiz olması nedeniyle bir türlü köprü inşa etmeyi başaramadı. Birkaç başarısız girişim sonrası Lütfi Paşa’nın aklına Sinan’ın yaptığı gemiler geldi. Fikrini padişaha söyledi. Fakat 13. günde Sinan ortaya işe yarar bir köprü çıkarmayı başardı. Lütfi Paşa Sinan’ın mimari bir deha olduğunu o gün kavradı. Paşa Sinan’dan köprüyü koruyacak bir kule inşa etmesini istedi. Böylelikle İstanbul’a dönseler bile köprü sağlam kalacaktı. Sinan bunu Ayaz Paşa ile daha sonra da Lütfi Paşa ile tartıştı. Sonunda gözü pek bir şekilde bu emri geri çevirdi: “Köprü önemsizdir.  Onu bir kule ile korumaya çabalamak beyhudedir. Sultanımız izin versin her yere, her istediği zaman böylesi bir köprü inşa etmek mümkündür.” Lütfi paşa’nın canı bu işe çok sıkılır.

Baş Mimar Oluyor

Savaşın bitimiyle beraber Sinan, Lütfi Paşa’nın kendisinden alacağı intikamın korkusunu da başından savmış oldu. Zira Paşa, Sinan’a karşı husumet beslemedi. Baş mimar oluşu da bu döneme denk gelir. Bu sırada Ayaz Paşa ölür ve onu yakışır bir mezar yapacak mimar yoktur. Bu kez Lütfi Paşa’yı memnun eder ve tüm maharetini kullanarak bir mezar inşa eder.

Birkaç sene sonra, 1543 yılında, Süleyman, şehzadesi Mehmed için bir cami inşa ettirmek ister. Sinan ilk büyük eserini beş sene içerisinde bitirir. Cami, Şehzade Camisi olarak biliniyor. Ana kubbeyi yarım kubbeler ile destekleme fikrinin ilk tezahürü de bu eserde görülür.

Sinan bu muhteşem eseri çıraklık eseri olarak görür. Ona göre ustalık eseri ‘Ayyaş Selim’ için Edirne’de inşa ettiği camidir. Buradaki kubbe ile Ayasofya’nın kubbesiyle övünen Hıristiyanlara kafa tutmuş ve onlardan daha iyisini yapabileceğini göstermiştir. Yaptığı kubbe Ayasofya’nın kubbesinden 3,5 metre daha yüksek, 2,5 metre daha geniştir.

Sinan bu caminin kubbesini sekiz dev kolon üzerine inşa etmiştir. Kubbelerin arasındaki kemerler ve çeyrek kubbeler ise ana kubbeyi taşır. Caminin 999 penceresi bulunur.

Hiç şüphesiz Sultan Selim Camisi bir hüner gösterisidir. Fakat Sinan’ın daha ufak işleri de en az kadar onun kadar kıymetlidir.

Ustanın bu tükenmez üretkenliğinden söz etmek için içlerinden bazı eserleri seçmek bile utanç verici. Çoğu eleştirmene göre Türk sanatı mimaride doruk noktasına Sinan’ın Muhteşem Süleyman için inşa ettiği camileriyle ulaşmıştır. İstanbul’un tepelerinden birinde yer alan Süleymaniye, tüm ihtişamıyla, dört minaresiyle ve kandilleriyle bu dehanın numunelerindendir.

Sinan 339 yıldır kendi tasarladığı mütevazi mezarda yatmaktadır.  Süleyman’ın devasa kubbelerinin gölgesinde, onun görkemli minareleriyle çevrili camisinin bir köşesinde gömülü. Bir Türk şiirinde de geçtiği üzere, kabri bir sanat eserinin en alt köşesine atılan imza gibi.

*“The hand rounded Peter’s dome / And groined the aisles of Christian Rome / He builded better than he knew; / The conscious stone to beauty grew” (Ralph Waldo Emerson)

**Fatih, Yenibahçe’deki Mimar Sinan Mescidi kastediliyor. 1918’deki Cibali yangınında büyük hasar görmüştür. Minaresi ayaktadır. Merdivensiz, şerefesiz, sekiz köşeli, süssüz bir minaredir. 1976 yılında yenilenmiştir.

26.12.1926

MUSTAFA KEMAL’İ KUŞATAN SIR PERDESİ

Mustafa Kemal Paşa gizemli bir adam. Karakteri bir sır perdesi arkasına gizli olan bu adam hakkında türlü efsaneler peydah oluyor. Kesin olan tek şey, onun Türkiye Cumhuriyeti’nin başkanı olduğu. Geri kalanı muamma.

Çoğu kişinin inandığı şey bu adamın, Türk’ü yenileyen milli mücadele ruhunun ta kendisi olduğu. İstanbul’daki sarayında kendisinden önce oturan sultan, ‘Avrupa’nın hasta adamı’ olarak nitelendiriliyordu. Kısa zamanda Ankara’daki bu başkan, milyonların gözünde Asya’ya hükmeden, güçlü bir Türk oldu.

Fakat en kötü söylentilere inanmaya meyliniz varsa onu ruhsuz bir despot, bir zampara, kanlı hançeri eline almaya cesaret edemeyen kaygıyla dolu bir katil olarak görürsünüz.

Onunla tanışabilmek için Ankara’da bir hafta geçirdim. Yalnızca bir an için onu görme fırsatım olabildi. Cumhuriyetin başkentinde yeni açılan pahalı bir kulüp olan Cercle d’Anatolie’de akşam yemeği yiyordum.  

Yolu Askerler ile Korunuyordu

Yemek için kulübe vardığımda fark ettim ki komşu binalar –Amerikan Yüksek Komisyonluğu için ayrılmış binalardı bunlar- askerler ile çevriliydi. Bu askerlerin burada ne aradığını sormaya gerek yoktu çünkü herkes biliyordu ki Mustafa Kemal Cercle d’Anatolie’ye gelir giderdi ve bu geliş gidişlerinde de askerlerce sıkı şekilde korunurdu.

Konuklarım ve beni konuk eden kimse kulübün girişinde bir loca kiralamıştık. Locadakilerin çoğu Türk’tü ve bir şeyler olduğunun kokusunu aldılar. Gece yarısına az bir zaman kala askerlerin keskin sesleri duyuldu. Onu bir sessizlik takip etti. Yarım düzine smokinli, siyah kravatlı adam kapıdan girdiler. Bunlardan biri de şüphe yok ki ‘Gazi’ idi.

Mustafa Kemal Paşa konukların arasından bir hayalet gibi geçiverdi. Oturduğum yerden onu sadece bir anlığına görebildim. Gecenin ilerleyen zamanlarında yahut sabaha karşı oteldeki odamda Gazi’nin bir heykelinin dikildiği haberini duydum.

[…]

Kemal Hakkında Anlatılan Hikayeler

Sorun gerçek ile kurmaca arasındaki çizginin nerede olduğu. Bazı insanlar Gazi’nin Cercle d’Anatolie’de çok sık vakit geçirdiğini hatta burada kumar oynadığını ve içki içtiğini anlatıyor. Bazılarıysa Gazi’nin buraya haftada bir kez dinlenmek için geldiğini söylüyor. Kimileriyse onun şarabın etkisiyle coştuğunu ancak sarhoşluğa kapılmadığını dillendiriyor. Pek çokları Kemal’in kağıt oyununa düşkün olduğunu iddia ediyor. Kaybetmekten nefret edermiş ancak kumarda kazandıklarını karşındakilere dağıtmayı adet haline getirmiş.
[…]

Gazi ile Röportaj Yapma İsteğim Reddedildi

Daha evvel de söylediğim gibi Ankara’da bir hafta boyunca Mustafa Kemal ile görüşebilmek adına bekledim. Bunun için ne kadar çaba gösterdimse de sonuç alamadım. Gideceğim gün birisi bana Gazi’den haber getirdi. Kendisinin şu sıra devlet işleriyle çok meşgul olduğunu, bu yüzden The New York Times’a mülakat verecek zaman bulamadığını iletti.

Bu izahattan anladığım kadarıyla bir süre daha burada bulunsam ve ısrarcı olsam belki bir röportaj şansı yakalayabilirdim ancak Gazi ile görüşmeyi bekleyen iki yabancı başbakan olduğu haberini aldım. Zamansız gelişime yandım.

29.12.1926

TÜRKLER KADINLAR İÇİN OKUL AÇIYORLAR

Modernleşme hareketinin bir ayağı olarak ülke çapında kadınlar için okullar açılıyor. Tahminlere göre kadınların %98’i okuma yama bilmiyorlar. Okulda ilk olarak alfabeyi ve hijyen kurallarını öğrenecekler. Doğuda yaşayan binlerce göçebe kadının da okullara gitme zorunluluğu var.

30.12.1926

TÜRKİYE GELENEKSEL MÜZİĞİNİ YASAKLIYOR

Türkiye’nin milli konservatuarında bundan böyle doğu müziği bölümü olmayacak. Okullarda Türk müziği öğretilmesi de yasaklanıyor.

Bu karar, monoton yerel havaların cılız iniltilerinde bulduğu teselliyi ve güzelliği görece entelektüel ve karmaşık Batı müziğinde bulamayan, Avrupalılaşmamış Türkler için bir darbe sayılır.

Yeni rejim bir hipotez üzerinde çalışıyor: “Madem ki müziğin vahşi gönülleri yumuşatacak bir sihri var, Doğulunun beynini Batılılaştıracak bir gücü de olmalı.” Bu düşünceden hareketle Türk sazlarına ve seslerine bir savaş açıldı.*

*29 Aralık 1926 tarihinde darü’l elhandaki şark musikisi şubesinin kapatılması ve ülke genelinde Türk müzik çalgılarının resmi talim ve tedrisatının kaldırılması olayından bahsediliyor. Bu yasak 1976 yılında Türk Musikisi Devlet Konservatuavarı kurulana kadar kağıt üzerinde devam etti. Cumhuriyet döneminde müzik yasağı denilince akla gelen diğer olay ise 2 Kasım 1934 tarihinde Türkiye radyolarında alaturka müzik yayınlarının yasaklanmasıdır.

bottom of page