top of page

03.07.1925
TÜRKİYE AMERİKAN OKULLARINA YARDIMA HEVESLİ


Robert Koleji müdür yardımcısının eşi ve İstanbul’dan henüz dönmüş olan Cleveland Dodge’un* kızı Mrs. George Huntington’a göre Mustafa Kemal’in buradaki Amerikan Kolejleriyle ortak çalışma iradesi ortaya koymasıyla Türk eğitim sistemi eskiye nazaran daha iyi bir noktada. Mrs. Huntington dün ülkenin nüfuzlu aileleri kızlarını ve oğullarını Amerikan okullarını göndermeye başladığından ve Türk okullarını da bu seviyeye gelmeye teşvik ettikten beri eğitim sisteminin manzarasının umut verici olduğunu söyledi ve şu açıklamayı yaptı:
“Geçtiğimiz yıllardan beri Robert Koleji’ne devam eden Türk öğrenciler, toplumun nüfuzlu bireylerine dönüştüler. Jön Türklerin 1908 yılındaki devrimine dek, Abdülhamid Türk öğrencilerin Amerikan okullarında okumasını yasak etmişti. Şimdi pek çok Türk öğrencimiz var ve en yaşlısı, bizim eğitim ideallerimizi bu ülkede temsil eden ve geliştiren pozisyonda. Robert Koleji ve Üsküdar Amerikan dışında, şimdi kadın ve erkeğin beraberce okuduğu bir de üniversitemiz var. Türkleri Amerikanlaştırmak gibi bir gayemiz yoktur. Müslüman öğrencileri şapele gitmeye yahut İncil sınıflarına dahil olmaya da zorlamıyoruz. Şu an Robert Koleji bünyesinde 23 farklı milletten insan barındırıyor olmamıza rağmen  öğrencilerle ilgili hemen hiçbir sorun yaşamıyoruz.


Dini inançlara hoşgörü idealimizi kavramakta zorluk çekmeyen Türk, Ermeni ve Rum öğrencilerimiz bir arada, dostça öğrenim görüyorlar. Son olarak şunu da eklemeliyim ki; her iki okulumuza da pek çok Türk yürekten destek veriyorlar.”
[…]

*Amerikalı hayırsever iş adamı

 

05.07.1925
İSLAM HALİFENİN RUHANİ VAZİFELERİNİ SINIRLANDIRIYOR


Sürgündeki muktedirlerin durumunda bugünlerde bir yenilik yok. Avrupa ülkeleri bu sürgünlerle dolu ve bu sürgünlere krallardan farksız muamele etmekle iftihar ediyor. İslam dünyası, Avrupa’nın gösterdiği bu saygıyı unutmayacaktır. Üç sürgünden ikisi tüm İslam aleminin sözünü söyleyen, eski Osmanlı sultanlarıdır*. Üçüncüsü ise kendisini inananların başı olarak gören, Arap bölgesinin eski kralı.


Türkiye’nin sultanı ve halifesi olan Vahideddin, Türkiye Cumhuriyeti başkanı Mustafa Kemal tarafından sürgün edildi ve şimdi İsviçre’de bir yerlerde hayatını sürdürmektedir.  Kuzeni Abdülmecid ise halife olarak görev yapmış, sultan olamamıştı. O da karısı ve küçük kızıyla Avrupa’yı dolaşıyor. Bu son derece yetenekli adam hem bir şair, hem bir bilgin. Ve tüm hayatını resme adamış. Son dönemlerde o ve ailesi, Mısır Kralı Fuad*’ın misafiri. 


Abdülmecid geçtiğimiz mart ayından beri sürgünde. Birkaç ay önce Vahhabilerin lideri ve Necid Kralı İbn Suud** tarafından sürgün edilen ve peygamberin soyundan gelen, Mekke Emiri, Hicaz Kralı, halife Hüseyin bin Ali’nin nerede olduğunu ise kimse bilmiyor. 

 

Söylentiye göre Kızıldeniz’de bir İngiliz savaş gemisinde hatalarını telafi etme, kaybettiği tacını geri kazanma peşinde***.

 

Sürgün yolu gözükenlerden biri de kendini Hint Müslümanlarının lideri olarak gören Ağa Han****. Son duyumlara göre Cote D’Azur’da lüx içerisinde günbatımının keyfini çıkarıyormuş. Aslına bakılırsa bu gönüllü bir sürgün. Yılın üç ayı sürüsünü yönetmek için memleketine döner.


Milyonlar Başsız


Şu sıralarda Kuzey Afrika, Batı ve Orta Asya, Çin, Hindistan ve Malay ülkelerinde 300 milyon kadar Müslüman başsızdır. Buna bizim mülkümüz olan Filipinler de dahildir.


Geçtiğimiz Mart ayında Kahire’de Panİslamik konferans toplantısı yapıldı. Toplantıda halifenin hakları masaya yatırıldı. Katılımcılar arasında Mekke eski şerifi Ali Haydar Paşa***** da vardı. Her ülkeyi temsil eden bir delegenin katıldığı müzakerede bir sonuca varılamadı ve belirsiz bir tarihte tekrar toplanma kararı alındı.

Halifenin seçimi de böylelikle ileri bir tarihe ötelendi. Bu seçim için bir komite oluşturulacak akabinde de seçim gerçekleştirmek için toplantı yapılacak. Belli ki halife artık yalnızca ruhani temeller üzerine oturan biri olacak.


Her ne kadar Müslüman liderler arasında ortak bir zemin kurulamasa da ve her ne kadar bu liderlerin hiyerarşisinde bir baş eksik olsa da, uluslar arası ilişkiler gözlemcilerine göre bariz olan bir şey var, o da İslam’ı dönüştürme niyeti olan güçlü bir hareketin doğmakta olduğudur. Bu dönüşüm iki önemli noktada olacağa benziyor. Hilafet dünyevi değil tümüyle ruhani bir makama dönüşecek ve bu makamın başındaki kişi seçimle göreve gelecek. 


Ruhani ve Dünyevinin Sentezi   


İslam bugün, peygamber Muhammed’in çizdiği idealler ve geçtiğimiz 1300 yıldır bu ideallerden epey uzak hüküm süren hilafetin yeniden yapılanması sorunuyla yüzleşiyor. Muhammed yöneticiliğinin ilk yıllarından itibaren kendisini kutsal mesajın elçisi olarak görüyordu. Fakat daha sonradan inancını yaymak ve bir yerde kendini savunmak adına dünyevi liderliği de üstlenmek zorunda kaldı. İslam neredeyse başından beri politik oldu.


Sonuç olarak ilk dört halife, peygamberin ardılları tarafından seçilerek başa geldiler ve peygamberin öğretilerine bağlı hükmettiler. Ne var ki sonradan bu kurum, muazzam politik güce sahip bir hanedanlığa dönüştü. Yakındoğu’ya hükmeden Abbasi hanedanlığı esnasında, hilafet Bağdad’ın sultanlarıyla doluydu.  Mısır’da ise Emevi ve Fatımi hanedanlarının borusu ötüyordu. Sonradan Fatımiler Mısır’da hakimiyeti tek başlarına ele geçirdiği halde, İspanya’da varlığını sürdüren Emeviler hilafet iddialarından vazgeçmediler. 


Osmanlı Türklerinin hilafet iddiası da Sultan II. Selim’in 1538’deki Mısır fethi ile başlamamıştır. İlkin sadece bir fatih olarak hükmetmişler daha sonra diğer Müslümanların hamiliğine soyunmuşlardır. Osmanlı’nın düşüş dönemi önce Avrupa’daki toprakların kaybını getirdi. Daha sonra da tüm topraklarının üçte ikisini kaybetti. Buna rağmen Osmanlı Sultanları İslam dünyasının sadakatini kaybetmedi. Bunun tek bir sebebi vardır, o da Türkiye’nin, Avrupa egemenliğine boyun eğmeyen tek Müslüman ülke olmasıdır. Halen de boyun eğmemiştir.
Dünya savaşında görüldü ki Türkiye Avrupa’ya bağımlı hale geldiğinde Almanya safında savaşa girdi ve kaybetti. Tüm varlığı, daha savaş başlamadan karşısındakilerce bölüşüldü. Rusya’ya İstanbul teklif edildi; Suriye ve Arabistan, Fransa ve İngiltere arasında pay edildi; Yunanistan’a bir bölüm ayrıldı; İtalya bile Anadolu’dan pay aldı. Saltanat süren halife Vahideddin, bu parçalanmaya Mondros’ta razı oldu. 
Pan-İslamik balon böyle patladı. Alman ideallerine bağlı Enver, Cemal, Talat üçlüsünün Pan-İslamik hayalleri de Almanya’nın yenilgisiyle suya düştü.


Doğruyu söylemek gerekirse, Pan-İslamistler muzaffer olsalardı bile, dünya savaşı sonrası Asya’da da yükselen milliyetçilik akımı sebebiyle, bu Pan-İslamist fikirler hiçbir zaman eyleme dönüşemeyecekti. Milliyetçi fikirler Mısır, Arabistan, Hindistan ve diğer Müslüman ülkelerde nasıl hızla zemin kazandı hep beraber izledik. Hal böyleyken bu insanlar hangi koşulda olursa olsun politik özgürlük taleplerinin ve milli kimliklerinin peşine düşeceklerdir. Bu uçsuz bucaksız Müslüman kitle nazarında hilafetin önemini yitirmesi bu yüzdendir. Halife artık ruhani bir sembole dönüşmüştür. Şimdiye kadar Müslümanların Osmanlı halifesini desteklemesinin tek sebebi, Türkiye’nin kendine ait, bağımsız bir konumu olmasındandı.


İstanbul’un düşmanlarca işgali, İslam dünyasında dehşetli bir korkuya ve şaşkınlığa neden oldu. Mustafa Kemal Paşa ve küçük bir grup vatanseverin, sultanın ihanet için olduğu düşüncesiyle isyan etmesiyle başlayan süreç beraberinde Yunanistan ile savaşı, Türkiye’nin özgürleşmesini, Sultan Vahideddin’in sürgüne gönderilmesini, ardılı Abdülmecid’in 1922 yılında halife seçilmesini ve rejimin cumhuriyet olarak ilan edilmesini getirdi. 


Halifenin dünyevi otoritesi elinden alındı, bu doğru fakat Doğu’da bilhassa son on yılda yaşanan değişimlere bakılırsa bu önemsiz sayılır bir gelişmedir. Geri kalan Müslüman ülkeler bağımsız, milli bir devlet kurma çabasındalar. 


Mart 1924’tE Ankara hükümetinin halifeyi sürgüne gönderme kararı alması, acil bir duruma hiç de hazırlıklı olmayan İslam dünyasında şok etkisi yarattı. Saflar hızla belirginleşti. 75 milyon Hint Müslümanı, halife Abdülmecid’e bağlılığını sürdürürken, 1923’te Büyük Britanya ile yaptığı antlaşma ile bağımsızlığına kısmen kavuşan Mısır, kendi iddialarını öne sürdü. Arapların bir kısmı ise hilafet makamının, peygamberin doğum yeri olan Mekke olduğunu iddia ettiler. Bu makamın talibi ise Mekke eski şerifi, Muhammed’in kabilesi olan Kureyş’ten gelme, Hicaz Kralı Hüseyin oldu. 


Protestolar Kapıda


Abdülmecid’in sınır dışı edilmesinden sonra Hüseyin kendini halife ilan etti fakat iki oğlu Faysal ve Abdullah’ın hakimiyetinde olan Irak ve Ürdün ile kralı olduğu Hicaz dışında onu tanıyan olmadı. Hüseyin’i İngiltere’nin kuklası olarak gören Müslümanlar sözde halifeyi protesto ettiler.  Müslümanlara göre Hüseyin, İngiltere’nin Müslüman ülkelerdeki çıkarları doğrultusunda kullanacağı bir maşaydı.
Aslında Hüseyin, bağımsız bir Arap federasyonu yaratmak için kimi zaman milliyetçi Araplara da destek veriyordu.  1916’da İngiltere ile antlaşarak, Türkiye’ye karşı savaşa giriştiler.


Bu arada İngilizler diğer ülkelere de bazı sözler verdiler. Filistin’i İsrail’e (Balfour deklarasyonuyla), Suriye’yi Fransa’ya vermek gibi. Suiye’nin Fransa’ya verilmesi bağımsız bir Arap federasyonun kurulma ihtimalini ortadan kaldırmasına rağmen Hüseyin kendisini İngilizlere sattı ve Mekke, Medine gibi kutsal şehirleri de içeren ufak bir bölgede, İngiltere himayesinde kral oldu. Oğulları ise Ürdün ve Irak’a göstermelik kral oldular. Bu toprakları yönetenler ise Milletler Cemiyeti adı altında İngiltere’dir. 


İslami Dayanışma Sarsılıyor


Bu koşullar altında Müslüman dünyanın Hüseyin’i reddetmesi gayet olağandır. Ortaya çıkan sonuç, birbiriyle çakışan, dağılmış, tamamiyle yok olmamış fakat paramparça Müslümanlar. 


Az evvel bahsettiğim gibi Hint Müslümanları büyük oranda Abdülmecid’e sadık kaldılar.  Bir kısmı Afganistan Emiri Amanullah Han’a itaat ettiler. Bir kısmı ise Mısır’ın yanında oldu. Bu kritik noktada Necid Kralı İbn Suud, kuvvetli Vahhabilerin başı, yeni bir oyuncu olarak sahneye çıktı.


Vahhabilik 18. yüzyılın ilk yarılarında, Abdülvahab******’ın fikirleriyle doğan bir harekettir. İslamı ilk yıllarındaki püriten anlayışa döndürmek isteyen, bu amaçla, ilahlaştırılan her şeye saldıran bir harekettir. Günlük ibadetler için inananlara zor koşan, alkol ve tütünü yasaklayan, her türlü ahlaksızlığa karşı kökten savaş açan ve ritüelleri basitleştirme niyetinde olan bir akımdır. 


19. yüzyıl ile birlikte Vahhabiler Mekke ve Medine’yi kuşattı. Fikirleri Hindistan ve Sudan’a ulaştı. Ardından Sünni Müslümanların (Müslümanların büyük kısmını Sünniler oluşturur) temsilcisi Osmanlı Sultanı, tekrar Mekke’yi ellerinden aldı. Vahhabiliğin büyüyemediği yıllar geldi. Fakat bu yüzyılın başında İbn Suud, bu akımı sözümona Osmanlı egemenliğinde duran Arabistan’dan tekrar yaymaya başladı.

Necid’teki kendi başkentinden başlayan bu dalga hızla komşu prenslikleri yuttu. Dünya savaşı süresince de yayılmak için uygun zemin ve gücü buldu. Britanya, Vahhabilik doktrinlerini ve bu hareketin önemini kavramaya başladı. Alelacele özel temsilciler gönderildi ve bu hareketin liderleri kazanıldı. Dışişleri Bakanlığı’nın verdiği sus payı ile bir süre sessiz kaldılar. Fakat bu çok uzun sürmedi zira İngiliz mandaları, Büyük Britanya’nın kaynaklarını tüketiyorlardı ve İngiliz halkı bundan rahatsızlık duymaya başladı. Bu yüzden Britanya’nın eski imparatorluk politikaları terk edildi.


İbn Saud’a verilen ödeneğin kesilmesi Kral Hüseyin’in kendini halife ilan etmesinden hemen sonraya denk gelir. Bu ilandan sonra İbn Saud’un elinde olan Hicaz’a karşı da savaş açıldı. İbn Saud Mekke ve Medine’ye kadar ilerledi ve Hüseyin’i def etmeyi başardı. 
İngilizler bu durum karşısında harekete geçmediler. Sünni Müslümanlar ve Hüseyin, kutsal şehirlerinin kontrolünü istemeyerek de olsa bu yeni hareketin ellerine teslim etmeye razı oldular. Şu çok önemli; bu olaylar Müslüman ülkelerde yaşanan gözle görünür dönüşümü doğurdular. 

Liderlerin Tutumu


Bu liderlerin hepsi şüphe yok ki milliyetçiler. Hatta içlerinde cumhuriyet yanlıları da var. Pek azı hala monarşi peşinde. Kimileriyse sosyalist. Fakat hepsi birbirine aynı sosyal kod ve bağlar ile bağlılar. Hepsinin amacı aynı; İslam kültürünü korumak ve Batı’nın politik prangalarından kurtulmak. İnanıyorlar ki hilafet dünyevi gücünü bir kez ve ilelebet yitirirse İslam yeniden ruhani bir güç kazanacak.
Yeni halifenin seçimi mezheplerin, ortak çıkar için bir araya gelmesiyle olacaktır. Yeni cihad dünyevi değil ruhani olacağa benzer. Bu idealin önünde elbet pek çok engel var; kitlelerin yok sayılması, ruhban sınıfın hırsı, kişiler arası kıskançlık vs. Fakat öyle ya da böyle bu hareket yayılıyor ve güç kazanıyor. Sünni ve Vahhabilerin uzlaşısına Şiilerin de katıldığı ya da katılacağıyla ilgili alametler de var. 


Payitaht Arayışı  


Hilafet makamının başkenti olmaya en yakın aday Mekke fakat buradaki en büyük tehlike İngilizler. Türkiye bu topa baştan girmedi. Afganistan ise ücra kalıyor. Hindistan bir seçenek olacak durumda değil.  Mısır henüz İngiliz prangalarından tamamiyle kurtulmuş değil. Üstelik kendi iç meselelerini de çözmüş değil. Sudanlıların bağımsızlık hareketini engelleyemiyorlar. Bu sorunlar, halife seçiminin önündeki en büyük engeller gibi duruyorlar. 


Dikkat çekmek istediğim bir husus var; o da Pan-İslamik hareketin daha evvelki Anti-Hıristiyan ya da Anti-Semitist hareketlerden oldukça farklı olmasıdır. Bu Asya kaynaklı hareketin asıl amacı İslam’ı tanımlamak ve onu Batı’nın sömürüsünden kurtarmaktır. Bu hareketin liderleri biliyorlar ki sömürü artık askeri değil ekonomik kanallarca yapılıyor. Politik kontrolün yolu ekonomik üstünlükten geçiyor ve bu yüzden diyebiliriz ki Yahudiler bu sömürüde önemli bir yer işgal ediyorlar. 


Tüm Doğu, Yahudi bankerleri, Batılı emperyalistlerin araçları olarak görüyor ve bu da beraberinde Anti-Semitizmi körüklüyor. Anti-Semitizm her zaman vardı fakat Doğu’da hiçbir zaman bu denli kuvvetli olmamıştı.

 

* I.Fuad. Bizde Ahmed Fuad Paşa diye bilinir.

** Suudi Arabistan Krallığı’nın kurucusu ve ilk kralı. 1925’te Mekke’yi ele geçirip Haşimi iktidarına son verdiler.

*** Şerif Hüseyin olarak da bilinir. 1908’de II.Abdülhamid tarafından Mekke Şerifi olarak atandı. İttihad ve Terakki’nin Türkçülük politikasını mazeret göstererek Arap İsyanı’nı başlattı ve Hicaz Kralı oldu. Türkiye halifeliği kaldırınca kendisini halife ilan etti.
**** III. Ağa Han. Şiiliğin Nizari İsmaili tarikatının imamı. 
***** Şerif Hüseyin’in başlattığı Arap İsyanı’na katılmayı reddetmiştir. Tüm kuzenleri bir krallığın başına geçmiş o ise sefalet içinde ölmüştür. Udun gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri olan Şerif Muhiddin Targan’ın babası, Safiye Ayla’nın da kayınpederidir. Hatıratı A Prince of Arabia ismiyle yayınlandı.

******Muhammed bin Abdülvehhab (1703-1792). Selefei mezhebinin şöhretli alimlerinden. Vahhabiliğin kurucusu. Günümüz Suudi Arabistan kraliyet ailesi Abdülvehhab’ın soyundan gelmektedir.


13.07.1925
Robert Koleji, inşaat mühendisliği bölümü yöneticilerinden Charles Tertzaghi, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, inşaat mühendisliği bölümüne atandı.

 


14.07.1925
YENİ PATRİK SEÇİLDİ


Pek çok baskı ve tehdite rağmen, III.Basil* yeni patrik seçildi. Basil Georgiadis İznik’teki Metropolit** olarak görev yapıyordu. Seçkin bir fıkıh uzmanıdır. Seçilmesinde Türk hükümetinin de onayı olduğu düşünülüyor. 


15 metropolitten biri oylamaya katılamadı çünkü dün kendisine bir saldırı düzenlendi. Saldırgan, metropolitin saçları, sakalı, bıyığı ve kirpiklerini kesmiş. Oylamayı engellemeye çalışan başka girişimler de oldu fakat Türk polisi asayişi sağladı.

 

*Vasileios Georgiadis.
** Metropolit, piskoposlara nezaret eden piskopostur. Başpiskopos da denir.

14.07.1925
SARDİS PSİKOPOSU SAÇ VE SAKALINDAN OLDU


İstanbul ve Atina’dan alınan haberlere göre saç ve sakalı kesilen Sardis Metropoliti Germanos darp edildi. İki haber kaynağı bazı noktalarda birbirlerinden ayrılıyorlar. İstanbul’a göre piskopos, üç kişi tarafından bir araçla ıssız bir yere götürüldü. Atine ise piskoposun kaymakamlığa çağrıldığını ve saldırının burada gerçekleştiğini iddia ediyor.


Her iki haber kaynağının hemfikir olduğu konu ise saldırının, yeni patriğin seçildiği günde gerçekleştiği. Londra’da yayınlanan adaylar listesinde Metropolit Germanos’un ismi geçmiyor fakat Atina’ya göre Germanos, yeni seçilen patriğe muhalifti. Olay Yunanistan’ı karıştırdı.

 

20.07.1925
SENATÖR KING* TÜRKİYE’Yİ KARIŞTIRDI


Senatör William H. King’ in İstanbul’a gelişi Türk basınında geniş yer tuttu. Müslüman ve gayrimüslim halkın ahval ve şeraiti hakkında malumat toplayan senatörün maksadı, Kemalist rejimle ilişkileri geliştirmek.


Muhabire göre senatörün Ermeni ve Rum ahaliye sempatisi, onlara hal hatır sorması ve halkın da mevcut durumdan yakınıp hükümeti sorumlu tutması, Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verebilir.

*William Henry King (1863-1949). Demokrat partili senatör.

 


21.07.1925
SULTANIN OĞLU BOĞULDU
Şehzade Abdülkadir*’in Budapeşte’deki Âlemi, Trajediyle Sonlandı


Şehzade Abdülkadir’in Budapeşte’deki maceralı ve egzotik sürgün hayatı dün, Danube’de yüzerken son buldu. 


Şehzade, Abdülhamid’in oğullarından biriydi ve Budapeşte’de yaşıyordu. Şehzadenin ismi, verdiği karşılıksız çekler ve diğer skandallar sayesinde, medyada sıkça geçiyordu. 


Hadiseden evvel, Türk kanunlarına göre şehzadeyle evli olduğunu zanneden Budepeşte’nin şöhretli dansçılarından bir kadın, şehzadenin oğlu ve diğer varisleriyle karşılaşmış ve neye uğradığını şaşırmış. Derhal şehzadeye dava açmış fakat şimdi bu dava da düşmüş oldu. 
Şehzade bankın üzerinde bıraktığı kıyafetleri sayesinde teşhis edildi. Ardında da pek yüklü miktarda borç bıraktı. 

 


*Mehmed Abdülkadir Efendi. Ölüm tarihi 1925 değil 1944’tür. 1925 senesinde Budapeşte’de bulunuyordu. O yıllarda hayatını keman çalarak idame ettiriyordu. Sefalet içinde yaşadı. Burada İrene Hanım ile evlendi. Bulgaristan’da öldü. Haberin şehzade ile hiçbir alakası yok gibi görünüyor. Bir isim karışıklığı olabileceği ihtimali üzerinde durduk fakat başından buna benzer bir hikaye geçmiş başka hanedan mensubuna da rastlayamadık. Her yönüyle enteresan bir haber.

 


26.07.1925
TÜRK FESİ ÇIKARIYOR, ŞAPKA GİYİYOR


İstanbul’daki Türkler şapka giyiyorlar! Böylelikle dünyanın bir kısmında yaygın olan, Müslüman Türkiye’nin geleneksel fesi terk ediliyor. Türkiye’nin Batı’ya adapte olma konusunda hevesinin alametlerinden biri daha.
Eski Türkiye’nin kurumları birbiri ardına ıskartaya çıkarılıyor. Sultanlık, hilafet, dini makamlar, dini okullar, tümü kaldırıldı. Tüm bunlarla beraber, İslam kuralları cenderesindeki eski rejim geride bırakılıyor. Yalnızca onun sembolü kalmıştı ve şimdi o da bir kenara atıldı. Milliyetçiliğin yükselmesiyle beraber İslam bir tarafa bırakıldı.
Doğu hayatta kalmak için Batı’ya uyum sağlamaya gayret ediyor. Bu bazı açılardan üzüntü verici bir durum. Şapkanın zaferi demek fesin sonu demek değil; bu pek çok Batılı gezgini büyüleyen pitoresk ve güzel bir aksesuarın yok olması demek. 
Bir yıl evvel İstanbul’un Avrupa yakası ile Asya yakasını birbirine bağlayan Galata Köprüsü’nün bitiminde bir yerlerde dikilmiş* serpuşlu, fesli insanları seyrediyordum. Yanımda Osmanlı Üniversitesi** tarih bölümünün eski profesörlerinden olan bir arkadaşım vardı.
 
Farklı fesler, türbanlar ve kalpaklar hakkında malumat veriyordu. Anladım ki bu başa takılan şeyler yalnızca kafayı örtmüyor, kimin kim olduğunu da gösteriyordu. Bu başlıklardan onu takanın inancını, memleketini, sınıfını, siyasi görüşünü kestirmek mümkündü.


Türkiye’deki başlıklar içerisinde en meşhuru festi. Centilmenlerin giydiği fesler ekseriyetle sıkı ve koyu kırmızı renkte oluyorlardı. Bu tarz fesleri takan beyler tıpkı Londra’daki yahut Paris’teki akranları gibi giyiniyorlardı. Doğrusu dünyada Türk’ten daha iyi giyinen birini bulmak zordur.


Tüccar, katip gibi daha az müreffeh beyler ise daha açık renkte fes giyiyorlardı ve feslerini biraz eğimli takıyorlardı. Centilmenlerin taktığı düz fes onların daha müreffeh olduğunun işareti. İşçi takımının fesi ise keçeden yapılıydı ve daha yumuşaktı. Feslerinde siyah püskül yerine bir düğme bulunuyordu.


Yüzyıl evvel fes Türkiye’deki Müslümanların resmi kıyafeti oldu.  Reformcu olarak bilinen Sultan Mahmud bu kuralı 1826’da koydu. Bu yıllarda Sırp ve Yunan isyanları sebebiyle Osmanlı epey sarsıldı. Acziyet içinde birbirine düşen Türkler bu reformlara adapte olmakta güçlük çektiler.


Padişaha hizmet etmek yerine onu boyunduruk altına alan Yeniçeriler, bu yıllarda olağanüstü güç kazandılar. Fakat bu özel ordu ayak oyunları ve kıskançlıklar yüzünden aynı zamanda da güç kaybetti. Doğru zamanı bekleyip güç toplayan Mahmud, İstanbul’daki yeniçerileri bir katliamla yok etti. Böylelikle orduyu da dağıttı. Bundan böyle de yeniçerilerinki gibi gösterişli başlıklar takmayı yasak etti. Fesi tüm Müslüman Türklere zorunlu kıldı.  


Zamanla bu süssüz başlıkla ilgili kimi düzenlemelere izin verildi. Hemen her zaman imparatorluğun en nüfuzlu sınıfı olagelmiş kadılar ve dini yargıçların, fesleri etrafına beyaz türban dolamalarına müsaade edildi. Aynı imtiyazdan hocalar ve imamlar da yararlandı.


Küçük Oğlanlar Büyük Türbanlar 


Yaşları 10 ile 14 arasında değişen ve dini eğitim alan genç oğlanların kafalarının etrafına sardıkları büyük beyaz türbanla önümden geçtikleri an, İstanbul’da gördüğüm en etkileyici görüntülerden biriydi. Bugün Mustafa Kemal ve vekilleri dini okulları ortadan kaldırdılar. Bundan böyle ‘Yeni Roma’da büyük sarıklı küçük oğlanlar göremeyeceğiz.


Fesle ilgili bir başka imtiyaz da hacılarınki idi. Hacılar feslerinin etrafına yeşil türban sarabiliyorlardı.


Bir başka imtiyazlı grup ise Muhammed’in kabilesi olan Kureyş’ten olanlar. Onların fesleri üzerinde dama tahtasına benzer bir desen bulunurdu. Bu insanların Muhammed ile kan bağı olduğu fazlasıyla şüpheli olmasına rağmen tüm Müslümanlar bu gruba büyük hürmet duyarlar.  


Fesler ekseriyetle kırmızı renkte olurlardı. Bazen kahverengi, sarı da olurlardı. Hatta bir keresinde siyah bir fes görmüştüm. Ve elbette fes Müslümanın ihtiyaçlarına cevap veren de bir başlıktır aynı zamanda. Kuran’da tavsiye edildiği üzere camiye girerken başlarını örtmesini sağlar, namaz kılarken alınlarını yere değmesine mani olmaz. Batı usulü bir şapkayla namaz kılmak imkansızdır. 


İslam’ın elverdiği şapkaların sipersiz olması beraberinde pek çok da zahmet getiriyordu. Türkiye sıcak bir ülkedir ve sıcaktan bir siperle korunmadan gezmek zor iştir. 


Dünya savaşı boyunca güneş çarpmasından korumak amacıyla Çanakkale’deki ve Sina Çölü’ndeki askerler için Enver Paşa’nın talimatıyla şapkalara dar bir siper eklendi. Enver bu ince düşüncesine rağmen askerler tarafından kınandı. Askerler bu yeniliğin imanlarını zedeleyeceğinden korktular.


Türkiye’de giyilen şapkalar içerisinde en pitoresk olanı herhalde dervişlerin giydikleridir. Dervişler Hıristiyan keşişlere benzetilebilir. Dervişlerin rütbelerine göre farklı farklı başlıkları vardır.


Dervişler içerisinde en meşhuru Mevleviler ya da başka deyişler Dönen Dervişler’dir. Kahverengi, konik bir külah takarlar. 50cm’den uzundur. Hacı olan Mevleviler bu külahın etrafına yeşil türban sararlar. Müslümanların şabatında (Cuma) dervişlerin geçişini izlemek büyüleyici bir deneyimdir.


Geçtiğimiz birkaç senede kadının konumundaki değişimi, onun başörtüsünden okuyabilmek için, kadının Ortodoks İslam’daki yerini anlamak gerekir. İslam’da kadın erkeğin mülküdür. Bir adam kendine dört eş ve dilediği kadar cariye alabilir. İşin aslı harem denilen de bir hapishanedir. Boşanma ise çoğu zaman erkeğin elinde bir silahtır zira kadın ona karşı durabilecek güçten yoksundur. Kadının asli görevi eşini mutlu etmek ve evlatlarına bakmaktır. Bu yükümlülüklerini yerine getirmeyen kadına cennetin de kapıları kapalıdır. Müslümanların cenneti esasında erkeğin arzularını doyurmayı umduğu bir sefa alemidir. Erkeğe daha önce hiç görmediği güzellikte ve sınırsız sayıda kadın muştulanır. Cennete kadının arzuları için bir yer yoktur.


Çok eşliliğin yasaklanmasıyla birlikte, kadının Türkiye’deki konumu Batılı akranlarına yaklaşmış oldu. Kadının evlilik, boşanma, veraset, vasiyet gibi konulardaki kişisel hakları bizzat meclis tarafından korunuyor. Türkiye’deki meclis tıpkı Batı’daki meclisler gibi kadın ve erkeği eşit vatandaşlar olarak görüyor. 


Kemal ülkesinin diktatörü çünkü askeriyeyi kontrol eden o. Partisi ruhani makamlara ve geleneklere karşı çıkarak mütedeyyin kesimin tepkisini çekiyor. Her radikal değişiklikle beraber dini liderler, kadılar vs., bu reformları kitaba uydurmaya çalışıyorlar. Fakat Müslümanlar bu açıklamalara ne kadar ikna oluyorlar bilinmez.


Görüntü Belirginleşiyor 


Türk milliyetçiler Batı’dan alacakları konusunda seçiciler. Uygar toplumumuzu refah ve gücümüze bağlayan Türkler; inanç özgürlüğü, iş ahlakı ve kişisel özgürlüklerin bu uygarlıktaki payını görmezden geliyorlar. Şüphe yok ki Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ateşli milliyetçiliği Türkiye’deki İslam’a galip geldi. Batı normlarına uygun bir ülke kurma niyetinin ürünü olan Yeni Türkiye’nin ana hatlar belirginleşiyor fakat bu normlara uygun bir medeniyet inşa etmek cumhuriyetçi bir devletten, laik okullardan, şapka giymekten çok daha fazlasıdır. Bunu görmezden gelmek budalalık olur.

*Muhabir Galata Köprüsü’nün nereyi birbirine bağladığını karıştırıyor yahut bilmiyor. Köprü, İstanbul’un Avrupa yakasındadır ve Haliç’in iki kıyısını birbirine bağlar. 

** İstanbul Üniversitesi’ni kast ediyor olsa gerek.

 

 

29.07.1925
MİLLETLER CEMİYETİ MUSUL’DAKİ İHTİLAFLA İLGİLİ RAPOR YAYINLADI
Britanya Mandasını Genişletme veya Türk Egemenliği’ne Bırakma Tavsiye Edildi


Öyle görülüyor ki Milletler Cemiyeti’nin Musul sorunuyla ilgili raporu her iki tarafı da memnun etmeyecek.


Komisyondaki üyelerin genel kanısı eğer petrol bakımından zengin olan ve Britanya çıkarları açısından fevkalade önem arz eden Musul, Irak’ın bir parçası olacaksa Irak’taki manda yönetiminin dört sene içerisinde sonlandırılması -geçen sene Britanya ve Irak arasında yapılan antlaşmaya göre- konusunda herkes hemfikir.


Milletler Cemiyeti’de göre manda yönetimi 20-25 sene kadar daha devam etmeli ve bu Cemiyetin kontrolünde olmalı. Fakat Irak bunu kabul etmezse, yönetimi yerel ve uluslararası güvenliği Irak’tan çok daha iyi durumda olan Türkiye’ye devretmek gerektiği kanısındalar.
Eğer Cemiyetin kontrolünde Britanya mandası sürecekse Musul’un kuzeydoğusundaki Kürtlere otonomi verilmesi tavsiye edildi. Manda devam etmeyecekse, hattın Musul ve Bağdat’ın arasında Dicle nehriyle birleşen küçük Zap nehri boyunca olması gerektiği ifade edildi. Bu durumda önemli Kürt bölgeleri ve Musul Türk tarafında kalırken Süleymaniye ile Kerkük Irak tarafında kalıyor. 

30.07.1925
MUSUL ve MİLLETLER CEMİYETİ


Milletler Cemiyeti komisyonunun hazırladığı raporun ne Türkleri ne de İngilizleri memnun etmesi çok tabiidir. Böylesi çetrefil sorunlarda net doğrular ve yanlışlar yoktur; sadece daha iyi ve daha kötü vardır. Ön planda yeni kurulmakta olan Türkiye için ve İngiltere’nin uzun süreli ekonomik çıkarları için elzem olan Musul’un zengin petrol yatakları var. Arka planda ise aslında daha önemli olan, dünyanın sorunu yer alıyor. 


Musul, Boğaz ile Basra Körfezi ve Anadolu ile Orta Asya’yı birbirine bağlayan ticaret rotalarının kesişim noktasında bulunuyor. Burası evvelden Ninova adıyla bilinen, Yunus peygamber ile anılan bir şehir. Pek yakında da demiryoluna kavuşacak. Ancak burada ırksal bir sorun var. Bu ihtilaflı alanın insanları yerleşik hayat tecrübesi olmayan göçebe Kürt kabilelerinden oluşuyor. Tüm bunlar, burada bir İngiliz kontrolünü zaruri kılıyordu. Fakat geçen sene varılan antlaşmayla, Britanya mandasının dört sene içinde sonlandırılacağı duyuruldu. Milletler Cemiyeti ise mandanın 20-25 sene kadar daha devam etmesini, bu sürede Kürtlere otonomi verilmesini böylelikle gelecekteki hürriyetlerine onları hazırlamayı amaçlıyor. Rapora göre hakimiyetin Türkiye'ye geri verilmesi, Musul’da heterojen bir halk yerine düzgün işleyen bir hükümetin kurulmasına sebep olabilir. Türkiye de Almanya gibi Milletler Cemiyeti’ne geç uyum sağladı. Bölgesinden çıkması ve ekonomik kaynaklarını güçlendirmesi, barışın ve düzenin sağlanmasını garantileyebilir.


Uzun süren müzakereler boyunca savaş hep kapıdaydı. Türkiye ihtilaflı alanı işgal etmiş terör estiriyordu. İngiliz uçaklarıysa misilleme peşinde koşuyorlardı. Zamanın başbakanı Fethi Bey geçtiğimiz Eylül ayında Milletler Cemiyeti ile masaya oturdu ve hemşehrilerini elinden geldiğince savundu. Fakat şunu söylemek gerekir ki Türkler Milletler Cemiyeti’nin hakemliğini kabul ettiler, antlaşmaya sadakatle uydular ve sonuçlarına razılar. En kötü çözüm bile çözümsüzlükten iyidir. Milletler Cemiyeti’ne milletler arasında barışı tahsis ettiği için şükürler olsun. 

bottom of page