top of page

11.10.1925

KUMARBAZLAR YILDIZ KÖŞKÜ’NE DAVET EDİLDİ
 

Avrupa’nın yeni soylu takımı turistlerden oluşuyor. Sayısız kralın, prensin, dükün, kontun ve baronun sarayları, köşkleri, şatoları otel yahut kumarhanelere dönüştürüldü. El Paso’dan, Milwaukee’den ve Newark’tan gelen yolcu gemileri buradalar ve saltanatlı yataklarda uyuyor, diplomatların entrikalar çevirdikleri saray odalarında kumar oynuyor, kraliçe ve düşeslerin dedikodu yaptığı salonlarda dans ediyorlar.
[…]


Yakındoğu’nun Monte Carlo’su

Geçtiğimiz günlerde Türk Hükümeti, Abdülhamid’in gözde rezidanslarından biri olan Yıldız Köşkü’nü Yakındoğu’nun Monte Carlo’su haline getirmek için Avrupalı bankerle anlaşmaya vardı. Kızıl Sultan’ın öldürülme korkusuyla yaşadığı bu evin duvarları arasında ruletin tekerleğini klikleri duyulacağa benzer. Abdülhamid’in Pan-İslamizmi yaymak için gönderdiği memurlar bu salonlardan çıkmışlardı. Şimdi buralarda krupiyenin “bahisleri görelim beyler” ve “yok mu arttıran” bağrışları duyulacak.

32 sene boyunca Abdülhamid burada gönüllü sürgündü. Etrafı ona yaltaklanan casuslarla, parazitlerle ve sosyete fahişeleriyle çevriliydi. O Yıldız Köşkü’ydü ki, en uysal liberaller için bile her gece buradan çıkardı sürgün yahut infaz kararları. 1895’teki Ermeni soykırımı da burada tertiplenmiş idi. Ertesi sene Alman Kayzeri* Kızıl Sultan’ı burada ziyaret etmişti. Nihayet 26 Nisan 1908’de Jön Türkler, Abdülhamid’in elinden tahtı burada aldılar.

Yıldız Köşkü’nü 1921 senesinde ziyaret etmiştim. İstanbul’u işgal eden kuvvetler ile kuşatılmıştı. Son Sultan ve Halife VI.Mehmed’i gördüm. Cuma namazı için köşkün bitişiğindeki büyük camiye gidiyordu.

Bana bir görevli nezaret etti. İçerisinde bolca ayna olan ışıltılı bir salona götürüldüm. Salonun balkonundan köşkü camiye bağlayan yol görünüyordu. 6 inç uzunluğunda bir sigara ikram ettiklerinde çok şaşırdım. Sonradan öğrendim ki ziyaretçiler bu ikramı hediyelik eşya niyetine saklıyorlarmış. Bir başka görevli altın ve gümüşlerle bezeli bakır bir tepside Türk kahvesi ikram etti. Fincan ucuzcaydı, kulbu da incecikti ve bakırla sarılıydı. Tepsiyle büyük bir tezat oluşturuyordu. Sebebi Sultan’ın gelirlerinin azalmasıymış.

Öğlene doğru minareden müezzinin sesi duyuldu. Herkes balkona koştu. İyi eğitimli bu ses hakikaten çok güzeldi. Yolun bir tarafında atlılar diğer tarafta da piyadeler dizildiler. Kötü üniformalı ancak güzel görünümlü askerlerdi. İstanbul Anadolu’dan kopunca Sultan’ın da giderleri düşmüş. Bu yüzden konuklara pek gösterişli hediyeleri yoktu.

Borazan çığlıkları duyulunca askerler dikkat kesildiler ve iki aygır saray bahçesinin kapılarını açtılar. Sultan bunların üstündeki taşıttaydı. Heybetli, korkusuz, şişman bir adamdı. Bu adamın Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük fatihleri olan Muhteşem Süleyman’ın devamı olduğuna inanmak zor.

Beyaz Duvarlarla Çevrili

Saltanat ve hilafetin kaldırılmasından sonra Yıldız Köşkü ıssız bir yere dönüştü. Türklerin umudu sarayın tıpkı Monte Carlo gibi kumarbazlar ve izleyicilerle dolması. Riviera’nın havası kışın huzur verici ve pek çok ziyaretçi buraya Kuzey Avrupa’nın soğuğundan kaçmak için geliyorlar. Oysa Boğaz kış mevsimini sert yaşıyor. Karadeniz’in soğuk rüzgarları beraberinde kar ve yağmur taşıyor. Üstelik Riviera’nın aksine burası Batı Avrupa’ya uzak. Demir yolu ile üç gün, deniz yolu ile altı gün sürüyor. Bu dezavantajlarına rağmen Boğaz’ın nefis bir doğal güzelliği ve sarayın harika bir atmosferi var.

Boğaz’da yer alan imparatorluk sarayları içerisinde en gösterişsizi muhtemelen Yıldız Sarayı’dır. En muhteşemi ve gösterişlisi ise Dolmabahçe Sarayı. 650 metre uzunluğunda bembeyaz duvarlarla kuşatılmıştır. Suyun üzerine inşa edilmiştir. Yıldız Köşkü’nün de banisi olan Sultan Abdülmecid, 1850-1855 yılları arasında burayı inşa ettirebilmek için imparatorluğun hazinesini Avrupalı bankerlerin önüne sermiştir. Sultanın Dolmabahçe’deki harem mevcudu 1200 idi. Ayrıca burada 600 tane atı ve 150 tane de uşağı vardı.

Dolmabahçe’nin içerisi Avrupa sanatı ve endüstrisinin seçkin ve pahalı örnekleriyle bezeli. 30 metre yüksekliğinde aynalar, kristal şamdanlıklar, Sevr porselenleri de cabası. Tavanlar ise Fransız ressamlarca boyanmıştır. Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı olarak İstanbul’u ilk ziyaretinde, eski eşi Latife Hanım ile kaldığı yer de yine sarayın kral odasıdır. Olayın ardından sarayın başkanlık rezidansı olacağı söylentileri yayılmıştı. Dolmabahçe de Batılılarca işletilen bir otel veya kumarhaneye dönüşebilir.

Boğaz’ın aynı yakasında, Dolmabahçe’nin kuzeyinde Çırağan Sarayı’nın yıkıntıları durur. Bu saray 1910’daki yangında yıkılmazdan evvel Dolmabahçe’den bile daha gösterişliymiş. Banisi Abdülmecid’in yerine geçen Abdülaziz’dir. En sevdiği karısı Mihri Hanım** için inşa ettirmiştir. Mihri Hanım aslen Çerkez bir köledir. Abdülaziz 1876’da tahttan indirildikten sonra öldürülmüş ve yerine V. Murad geçmiştir. V.Murad’in akli dengesi yerinde olmadığı için yerine Abdülhamid geçmiş ve öldüğü sene olan 1905’ dek, 28 sene burada hapsolmuştur. 1909 yılında Türk Parlamentosu bu binaya yerleşmiştir.

[…]

*II.Wilhelm (1859-1941); Son Alman İmparatoru ve Prusya Kralı. Son derece enteresan bir figürdür. Babası III.Frederik ve dedesi I. William ile Otto van Bismarck’tan kalan mirası hoyratça harcamış, imparatorluğun sonunu hazırlamıştır.

** Abdülaziz’in bu isimde bir eşi yoktur. Gözde eşi Neşerek Kadınefendi kast ediliyor olabilir. O da Çerkez’di. Abdülaziz’in şüpheli ölümünden 1 hafta sonra Neşerek Hanım da aynı yerde şüpheli şekilde ölmüştür. Çırağan Sarayı’nın bu hanıma adandığı ile ilgili bir bilgiye de rastlayamadım.

15.10.1925

BUNDAN BÖYLE ERKEKLERLE BERABER SEYAHAT EDEBİLMELERİ İÇİN, TRAMVAYLARDA KADINLAR İÇİN OTURAKLAR HAZIRLANDI

Türkiye’de kadın hakları henüz onlara oy hakkı tanımıyor ancak tramvay ve vapurda erkeklerle yan yana oturma hakkı veriyor. Batılı yorgun iş kadınları, kendilerine ayrı oturak tahsis edilen Türk kadınlarını kıskanıyordur.

Evvelden kırmızı bir perde erkek ve kadınları birbirinden ayırırdı. Perdenin ardındaki bölüme harem denirdi ki buraya hiçbir erkek adım atamazdı. Hiçbir Müslüman kadın da perdenin dışına adım atamazdı. Perde kalktı. Bundan böyle Türk kadını, erkeğin yanında seyahat edebilecek. Fakat kadınlara ayrılan yer öndeki iki sıra oturak. Ayakta hiçbir kadın yoksa buraya erkekler de oturabilecekler.

Vapurlarda ise kadınlar için kabinler tahsis edilirdi. Bundan böyle bu uygulamaya da son verildi.

18.10.1925

TÜRKİYE'DE SARIĞA* RUHSAT ŞARTI

Dini Görevliler Dışındakilerin Türban Giymesi İzne Tabi Olacak ve Karara Uymayanlar Tutuklanacak

 

Türkiye'de sarık takmak için ruhsat zorunlu koşulacak. Şimdilerde yasaklı olan eski dervişler, hacılar, manavlar ve hatta dilenciler bile bundan böyle sarık takamayacaklar. Bundan böyle onu yalnızca dini görevliler giyebilecekler.  İstanbul'da görev yapan 1200 görevliden ruhsata başvurmaları için isimleri, fotoğrafları ve çalıştıkları caminin isimleri istendi. Ruhsatı olmayanlar, sarık takmaları halinde tutuklanacaklar.

 

Sarık giyenlerin bir kısmı bu karara oldukça tepkililer. Başlarını soğuktan korumak için bu kıyafeti kullandıklarını, bu olmadan üşüteceklerini iddia ettiler.

 

Halkın köhne kıyafetleri ıskartaya çıkarma tutkusu bulaşıcı gibi duruyor zira İstanbul'daki sinagogta görevli olan rabbiler, sinagog dışında modern kıyafetler giyme kararı aldılar. Bundan böyle Yahudilerin siyah perçemlerini** ve uzun silindir şapkalarını şehrin sokaklarında göremeyeceğiz.

*Özgün metinde "türban" kelimesi kullanılmış. Sarık kast ediliyor. Hükümetin meclise sunduğu yasa önerisinin gerekçesi şöyleydi: “Din ile devletin ayrılığını ve dini değerlerin devlet hayatı dışında sırf vicdani bir nitelikte kalıp memleketin devlet hayatında dinin hiçbir etkisi olmamasını, yani laiklik esasını devrimin ve rejimin ana ilkesi tanımış olan Cumhuriyet hükûmeti bu yolda attığı adımların doğal bir sonucu ve gereği olarak ruhanilerin dini kıyafetlerini ancak ayinler sırasında taşıyıp, ayinler dışında herhangi bir bireyin taşıyabileceği kıyafetlerde bulunması konusunu gerekli görmüştür.”

** Ortodoks Yahudi erkeklerin uzun favorileri kast ediliyor. Peyot denir.

18.10.1925

TÜRKLER DE JANTİ OLDU
Modern Kıyafetlerin Zaferi Mustafa’nın Ülkesinde Yalnızca Birkaç Renkli Kalıntı Bıraktı


Clerc Phillips

Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, kendisini  modern erkek modasının tavizsiz şampiyonu olarak sunuyor ve belki de kendini bu hırçın çekişmede modern azınlığın biricik temsilcisi olarak tayin ediyor. Yıllardan beri erkek modası estetlerin alaylarına ve  bu ambalajı ağır, sağlıksız bulan hekimlerin hor görüsüne maruz kalıyor.

Zaman geçtikçe ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak için tuhaf şapkalardan, giyimi zor pantolonlardan, konforsuz  yakalardan neredeyse bir asırdır kurtulmaya çalışılıyor ancak erkeklerin bu girişiminin başarılı olduğunu söylemek zor, zira erkekler kadınlar gibi düşünemiyorlar. Kadınlar dünyaya karşı muarız bir tavır takınma mecburiyetinde hissetmiyorlar. Erkekler içinse bu bir ihtiyaç.

Özgün bir savunma Kemal’e nasipmiş. Bu hamle, süslü erkek modasının başlangıcından bugüne değin sel gibi akan itiraz ve hor görmeler karşısında hiç de küçümsenecek bir iş değil. Ona göre modern kıyafet -bilhassa da modern- şapka uygarlığın göstergesi.   Geçtiğimiz günlerde, oldukça muhafazakar sayılır bir yerde –İnebolu- halkın karşısına çıktı ve Türk halkının uygar bir halk olduğunu göstermek gerektiğini söyledi. Bunu göstermenin yollarından birinin de oldukça basit olduğunu, fes  yerine modern şapkalar takmak gerektiğini savundu.

 

Uygarlığın Ölçütleri

Kemal’e göre uygarlık sandığımız kadar karmaşık bir şey değil. Çok eşliliği yasallaştırmak, gayrimüslimlere eziyet ve  uygarlıkla örtüşmeyen diğer ıvır zıvırları yeniden düzenlemek ve uygarlıkla uyumlu hale getirmek gerektiğine inanıyor.

Bu korkusuz ve cesur Türk Cumhurbaşkanı pantolon ve şapkayla alay eden köylülerinden pek hoşnut değil. Kadınlara peçe gibi köhne adetleri terk etmeleri için adeta yalvarıyor. Papa ve diğer Batılı din adamları kadınların daha fazla giyinmeleri gerektiğini söylerken, Kemal kadınlarına daha az giyinmeleri için dil döküyor.

Kemal’den korkun! İşlediğini sandığın toprak bazen heyelanla olur gelir. Böylesi masum girişimler benzer şekilde sonuçlanırlar. Erkeğinin boyunduruğu altında yaşayan Türk kadınına verdiği nasihatler, eşler arasında yeni bir ilişki durumuna yol açabilir.

Eğer Kemal’in bakış açısıyla değerlendirecek olursak, II.Mahmud döneminde Türk erkekleri kısmen medenileştiler.  Zira onun saltanatında sarık yerine Yunan fesine geçilmişti.

Bu durum geleneksel kıyafetlerini terk etmeye direnen ve moda vahşeti boyunduruğunda yaşayan bir cemiyetle beraber yaşayan ve kasabalarında ‘uygarlaşabilen’ İskoçları akla getiriyor.

Medenileşememiş Avrupalılardan olan Macar centilmenler Avrupalı süvariler gibi süslü giyinmektedirler. Fakat Yunanlar baletler gibi eski tip ‘beyaz etek, mavi gömlek’  giyerler. Fakat herhalde Kemal giyimine kuşamına bakıp Yunanları barbar ilan edecektir.

Avusturyalı köylüler kısa pantolonlarından, çıplak dizlerinden ve neşeli tüylü şapkalarından vazgeçmediler. Fakat Avrupa’nın hemen her yerinde bu renkli kıyafetler yok olmaktalar. Onların yerini ucuz, çirkin, bayağı ‘modern’ kıyafetler alıyor.

Sinclair Lewis*, Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Avrupalıların  milli kılık kıyafetlerine sahip çıkmamaları ve reklamı yapılan ‘gösterişli kolej kıyafetleri’  ile bayağılaşmaları nedeniyle dövünüyor. Herhalde Kemal bu insanların kendilerini medenileştirdiğini düşünürdü. 
[...]

 *1930 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olan Amerikalı yazar. Kast edilen roman, yazarın 1920 yılında yazdığı “Main Street” adlı romandır. Türkçesine rastlamadım.

25.10.1925

TEKKELERİN KAPATILMASI 20.000 DERVİŞİ ETKİLEDİ

 

En şiddetli ve en uzun soluklu reformlardan biri, hiç fark edilmese de Türk sosyal hayatında büyük değişikliklere sebep oluyor. Hükümetin almış olduğu kararla kapanan tekkeler nedeniyle, hayatlarını sürdürmelerine yarayacak eğitimden ve altyapıdan yoksun 20.000 kadar derviş açıkta kaldı.

Kararla birlikte Türk sosyal hayatının en tuhaf, en sıradışı sınıflarından biri olan dervişler sınıfı da yok olmaya mahkum oldu.

Bu derviş sınıfı üç kategoriye ayrılırdı. İnleyenler, semazenler, fısıldayanlar. Türk köylü takımının cehaleti ve batıl inançlarıyla yaşıyorlardı. Dönerek, inleyerek ibadetlerini yapıyorlar kimi zamanda yanaklarına şişler geçirerek çileyle Tanrıya yaklaştıklarına inanıyorlardı.

Bu tuhaflıkları, İstanbul’daki Amerikalı turistler için tükenmez bir eğlence kaynağıydı. Turistler dervişlerin ibadetlerini ve akrobatik maharetlerini izlemek için para ödüyorlardı.

25.10.1925

TÜRK-AMERİKAN ANTLAŞMASI
The New York Times Editörü'ne; 

 

Hiç şüphesiz iletişim ve ulaşım olanaklarının gelişmesiyle beraber ülkeler arasındaki ilişkiler de daha yakın ve hızlı hale geldi. Amerika Birleşik Devletleri çağın getirdiklerinin ve dünya barışı için üzerine düşen sorumluluklarının farkında.

Türk-Amerikan antlaşması, Yakındoğu’da barışın tahsisi için Amerika’nın payına düşenleri göz önüne serdi. İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya epey zaman önce Türkler ile antlaşmaya varmışlardı. Bu antlaşmayı öteleyen tek ülke bizdik.

Bu antlaşma dünya barışının tahsisi için çok mühim zira antlaşma gösterdi ki uluslararası adalet ve insan hakları alanında dünyada epey yol kat edilmiş. Daha evvelki Türk-Amerikan antlaşmaları iki denk gücün antlaşmasından ziyade, güçlü olanın güçsüz olandan taleplerinin sözleşmesi gibiydi. Bu prensip üzerine kurulan antlaşmaların uzun soluklu olmayacağı anlaşılmış oldu.

Türkiye ve Amerika’nın ekonomik çıkarları bu antlaşmanın imzalanmasını şu sebeplerle zorunlu hale getirmiştir:

  1. Antlaşmayla beraber iki ülke arasında ekonomik ilişkiler gelişecek. İki ülke vatandaşları da antlaşmanın tarafı olan ülkelerde ekonomik ayrıcalıklar kazanacaklar.

  2. Antlaşmanın taraflarına ithalat, ihracat, taşıma, nakliyat ve tüccarların serbest dolaşım hakkı verilecek.

  3. Diyebiliriz ki bu antlaşma olmadan iki ülke arasında normal bir ekonomik ilişkinin kurulması mümkün değildir. Hiç şüphesiz hem Türkiye’nin hem de Amerika’nın ithalat ve ihracatta serbestliğe ihtiyaçları var. Aralarındaki ticaretin de büyük ölçekte olacağı aşikar. 1919-1922 yılları arasında Amerika ve İstanbul arasındaki ticaretin hacmi yıllık 20.000.000$’dı. Şüphe yok ki bu daha da artacaktır. Şunu da belirtmek gerekir ki Lozan Antlaşması’nın Boğazlar hakkındaki hükümleri şu zamana kadar yapılmış uluslararası antlaşmalar içerisinde en liberallerinden biridir.

Amerika’nın Türkiye’deki eğitim, arkeoloji ve yardım alanındaki faaliyetlerini de unutmamak gerekir. Bu faaliyetlerin sürdürülebilir ve başarılı olabilmesi için karşılıklı güven ve işbirliği içinde çalışma şart. Bu koşulları sağlayan şey de iki ülke arasında imzalanan antlaşma olacak.  Dünyada sadece birkaç ülkenin Türkiye’deki arkeolojik faaliyetleri Amerika Birleşik Devletleri’nden fazladır. Bizim arkeolojik faaliyetlerimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti işbirliği ve desteğiyle, birden çok yerde sürmektedir. Bu faaliyetlerin başarıyla sonuçlanması kooperasyonun devamlılığıyla mümkündür.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişimi oldukça hızlı ve şimdiden gerçekleştirilenleri fark etmek, aklı başında gözlemcileri yüreklendirecektir. Türk insanı bu yeni düzenlemelerin, soysal ve politik reformların önünde gidiyor. Yakındoğu’da barışın muhafazası için gereken buradaki ülkelerin iç ve dış ilişkilerini geliştirebilmelerine bağlıdır. Diyebiliriz ki böylesi bir organizasyonu burada sürdürebilecek tek ülke Amerika olabilir.

Bu antlaşmayı imzalamaya götüren bir başka ve önemli sebep, antlaşmayı imzalamaya geciktirdikçe Türkiye’nin daha da izole olmasıdır. Lokarno Antlaşması* örnek alınmalı ve Yakındoğu’da da ülkeler arasında aracılık eden bir federasyon kurulmalı. Bu ülkeler kendi aralarında barışı muhafaza edecek, ilişkileri geliştirecek barışçıl bir yol bulmalılar.

Türkiye’nin Yakındoğu federasyonuna girmesi de Türkiye ile imzaladığımız antlaşma sonrası mümkün olabilir. Böylelikle Türkiye ve dünyanın geri kalanı arasındaki bariyer kaldırılmış olur.
 

Üsküdar Amerikan Kız Koleji emekli müdüresi
Mary Mills Patrick**

*Ekim 1925’de müzakereleri başlayan bir antlaşmadır. Aralık 1925’te imzalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkiyi normalleştirmek hedeflenmiştir. Antlaşmayla birlikte Avrupa’dan dışlanan Almanya ile tekrar ilişki kurulmuş olması önemlidir. Antlaşmanın asıl gayesi ise Batı Avrupa’yı Almanya’dan korumaktır. Dönemin Polonya Dışişleri Bakanı’nın da dediği gibi “Doğu Avrupa’ya saldırmaları rica edilmiştir”. Nitekim antlaşmanın son bulması da Almanya’nın Yugoslavya (1938) ve Polonya’ya (1939) saldırmasıyla olmuştur. Antlaşmayı tasarlayanların Batı Avrupa ülkeleri olduğunu düşünürsek, amaçlarına ulaştıklarını söyleyebiliriz.
** Erzurum'daki Amerikan okulunda ve Üsküdar İstanbul Kız Koleji’nde felsefe hocalığı yaptı. 1890-1924 yılları arasında aynı okulda müdirelik yaptı. 1924'te Amerika'ya döndü. Fransızca, Almanca, Ermenice, Yunanca ve Türkçe biliyordu.

26.10.1925

TÜRKİYE İÇİN BATI ZAMANI

Ankara Hükümeti Gregoryen Takvimi ve 24 Dilimlik Saati Kabul Etti

 

Batılı olma yolundaki bir başka adım bugün hükümetin özel komisyonundan geldi. Bundan böyle Gregoryen Takvime geçilecek.

 

Ayrıca bundan böyle 24 dilimlik saat kullanılacak.

28.10.1925

MİLLİYETÇİ TÜRKLER AY-YILDIZ İLE DOĞAN ÇOCUĞU ZİYARETE GİDİYORLAR

 

Dindar ve milliyetçi Türkler fakir bir köylü çiftin evine hacı olmaya gidiyorlar. Çiftin çocuğu sağ bacağında ay-yıldız lekesi ile doğdu. Bu da Türkiye'nin ulusal simgesidir. İnananlar bunun, ülkenin istikbalinin parlak olduğuna delil olduğu kanısındalar. Haber Türk tıp dünyasınca da şaşkınlıkla karşılandı.

30.10.1925 

İSTANBUL FESİ TERK ETTİ

Polisin Uyarısıyla Birlikte Sadece Şapkalar ve Kasketler Görünür Oldu

 

Cumhuriyetin ilanı kutlanırken sokaklardaki insanların fes yerine şapka ve kalpaklarla dolaştığı dikkat çekti. Oysa düne kadar İstanbullular, Avrupa şapkalarına adapte olamamışlardı. Aldığımız habere göre yöneticiler halkı fes takmamaları konusunda uyarmış.

Bu uyarı ve telkinleri sokaklardaki polislerle beraber ev ev dolaşan bekçiler de yapmış. Halk bu uyarılar sonrası şapka satılan dükkanlara hücum etti.

Şapkaların biçimleri Avrupa stilinin taklidi ancak kullanılan malzeme nedeniyle pek gülünç duruyorlar. Yılbaşı kutlamalarında ya da komiklik olsun diye taktığımız başlıklara benziyorlar. İki yıl öncesine kadar feslerine sahip çıkan, “gavurların bu çirkin şapkalarını” takmayı reddeden halk fikrini çabuk değiştirmişe benziyor.

bottom of page