01.04.1924
ANKARA MECLİSİNDEN GÖVDE GÖSTERİSİ
Açık bir şekilde İsmet Paşa’nın reddine boyun eğen muhalefet, dün göreve geri döndü ve anayasaya birkaç yeni madde ekledi. Millet meclisi giderleri veya hakları Cumhurbaşkanı vasıtası ile karşılanacak.
Mevcut hükümetin görev süresi dolmadan yeniden seçime gitme hakkı meclis çoğunluğu kararıyla mümkün. Bu durumda yeni yasama yılı önümüzdeki kasımda başlayacak ve cumhurbaşkanının bu tarihi erteleme hakkı yok.
“Milletvekili olmaya hak kazanan her Türk vatandaşı Cumhurbaşkanı seçilebilir ve Cumhurbaşkanının görev süresi 7 senedir” kanunu reddedildi. Yeni kanuna göre Cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilecek ve görev süresi meclisle aynı yani 4 sene olacak. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenen kişi, görev süresi dolduktan sonra tekrar Cumhurbaşkanı olabilecek. Açıkça belli ki güç düşkünü hiçbir Cumhurbaşkanı meclisi dağıtmak için çabalamaz.
Cumhurbaşkanının kanun veto yetkisi bulunuyor fakat normalde meclisten geçen kanunları 10 gün içerisinde onaylaması gerekiyor. Veto ile geri dönen teklif tekrar Cumhurbaşkanına sunulursa, Cumhurbaşkanı kanunu olduğu haliyle kabul etmek zorunda.
Oturumun sonunda Cumhurbaşkanının aynı zamanda ordunun da başı olduğu okundu. Mecliste yeterli çoğunluk olmadığı yönünde itirazlarla muhalefet edilse de oturum sona erdi.
02.04.1924
YAKINDOĞU'DA SON İŞBAŞI
İki Amerikan Müessesesi Türk Vergilendirmesi Altında Eziliyor
Konya'daki Amerikan Yakın Doğu Yardım Hastanesi ve Kayseri'deki Amerikan Yetimhanesi bugün kapanıyor. Yetimhanedeki çocukların Müslüman olmasıyla, Türk Hükümetinden kurumu devralması bekleniyor. Yerel yetkililerin ağır vergilendirmeleri ve baskıcı müdahaleleri, hastane ve yetimhanenin kapanmasında neden olarak gösteriliyor.
Bugün burada yapılan bir tebliğe göre Hristiyan misyoner bir kurum olan İzmir’deki Amerikan Koleji’nde, Ramazan ayı boyunca İslami din eğitimi verilecek. Okuldaki öğrencilerin %90'ının Müslüman. Ramazan ayı boyunca din eğitimi vermesi için okul yetkilileri Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bir imam göndermesini istedi.
05.04.1924
TÜRKLER AZINLIKLARINI TECRİT EDİYOR
Şimdi anlaşılıyor ki Ermeniler için oluşturulan yasak alanlar, Osmanlı olmayan halkların tecriti için oluşturulan şemanın bir taslağı imiş.
Arapların Suriye ve Irak’a komşu vilayetlerde, Gürcülerin ise Kars ve Ardahan’a yakın illerde ikameti yasaklandı Yunanlar ise sadece İstanbul’da yaşayabilirler. Kendi köylerinde kendi anadilleriyle konuşmaları Kürtler hariç diğer tüm azınlıklara yasaklandı. İstanbul hariç hiçbir ilde, Osmanlı olmayan unsurların, il nüfusunun %10’undan fazlasını oluşturmasına müsaade edilmeyecek. Bu durumda hükümet insanları taşınmaya mecbur edecek. Çingene ve diğer göçebe halkları, nüfusun yoğun olduğu yerlerde barınmasına da müsaade edilmeyecek. Osmanlı olmayan unsurlar, kendilerine yasak olan bölgelerden birini ziyaret etmek isterlerse hükümetten izin almak zorundalar. Bu kısıtlı sürenin sonunda da yasak alanı tekrar terk etmeliler. Yurt dışına yapılacak toplu göçler de sınırlanacak ve düzenlenecek. Göç eden kitlenin nüfusu 200.000’nin altında olmalı. Üstelik göç edenlerin evleri ve toprakları da devletin eline geçecek.
Bu düzenlemelerle ülkede Türklerin hakimiyetini pekiştirmek, politik krizleri önlemek ve iç karışıklıkları engellemek hedefleniyor.
Nüfusta oluşacağına kesin gözüyle bakılan ani hareketliliklerin pek çok soruna ve en azından geçici bir ekonomik krize yol açacağı söylenebilir.
06.04.1924
AZINLIKLAR İÇİN GETİRİLEN SINIRLAMALARA YAHUDİLER DAHİL OLMAYACAK
Millet Meclisi’nden yapılan açıklamaya göre azınlıklar için getirilen sınırlamalardan, sayıları 200.000 civarında olan Yahudiler muaf tutulacaklar. Fatura Rum, Arap, Ermenilere kesiliyor.
06.04.1924
TÜRKLER NİSAN 1 ŞAKASINI BENİMSEDİLER
Türkiye’nin Batılaşma hareketi ve dönüşümü ara sıra gülünç olaylar doğuruyor. Geçtiğimiz günlerde, Yenigün gazetesinde, Ankara yakınlarında bir derede 1400 pound (600 küsür kilo) ağırlığında, gösterişli bir balık avlandığı haberi çıktı. Pek çok yerel gazete ile birlikte Tanin Gazetesi’nde de balığın etraflı bir anlatımına yer verildi.
Ertesi sabah Yenigün Gazetesi haberin 1 Nisan şakası olduğunu ve zokayı Tanin’e yutturduklarını ilan etti. Tanin ise Yenigün Gazetesini laubalilikle suçladı ve böylesi ciddiyetsizliklerin Türkiye’de hoş karşılanmayacağını yazdı.
06.04.1924
MÜMİNLERİN SON LİDERİ
Peygamberin vekili, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi, müminlerin lideri Abdülmecid, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin agnostik memurlarının ilan ettiği, halifeyi sınır dışı eden meclis kararının arifesinde Dolmabahçe’deki gösterişli makamından ayrıldı ve son kez bahçe havuzundaki balıklara yem verdi. Güneş Haliç’in ardındaki tepelerden doğuyordu […]
Tanrı’nın isteğiyle istifa etmesi gerekiyordu. Balıkları besledikten sonra maiyetine döndü ve şöyle dedi: “Halife olmazdan evvelki 35 sene boyunca mahpustum. Ve şimdi de sürgünüm. Talihsiz bir toy sayılmam fakat yaşlı bir adam için tüm hayatını geçirdiği güzel memleketini terk etmek zorunda kalmak çok zor.” Daha sonra son akşamını geçirmek için oğlu Ömer Faruk ve birkaç kişiyle beraber, ağırbaşlılıkla ve sakince saraydaki odalardan birine çekildi. Bu odalar, Millet Meclisi’ne kıyasla daha az zalim gördüğü kızıl sultanın Abdülmecid’i yıllarca hapsettiği odalardı. Burada geçmiş hayatının muhasebesini yaparken gelecekle ilgili de planlar yapardı.
[…] Fincanlarda kahveler ikram edildi, Samsun tütünleri içildi. Sonra halife şu sözleri söyledi: “Bugün amcamın himayesinde geçirdiğim yaldızlı esaret yıllarına hiç olmadığı kadar az hayıflanıyorum. Bana önce halife cübbesini giydirip sonra da görevden almak isteyen meclis, şimdi de entelektüel ve sanatsal uğraşlarla teselli bulmamı istiyor. Oysa bir şehzadenin sıradan hayatını yaşarken bunlar ile epeyce uğraşmış idim. Şimdi öyle hissediyorum ki meclisin bu kararından benim için bir hayır var. Amcam tahttan indirilme ve öldürülme korkusu yüzünden, en güvendiği muhbirlerinin jurnallerine bile güvenmez olmuştu. Fakat güçlü teleskopu ile Yıldız’daki köşkünden benim her hareketimi saatlerce izlerdi. Bahçemde onun kuşku dolu bakışlarını hissetmeden yürüdüğüm bir an dahi yoktu. Prensler onu tahttan indirmek için komplolar kuruyorlardı. Uzun bir dönem yabancı kitapları ya da gazeteleri okumam bana yasak edilmişti. Ben buna rağmen bu mecmuaları Paris’ten Pera’ya sahte bir isme, postayla göndertmiş, bunlara ulaşmıştım. Sonra imparatorluk saraylarındaki sanat eserleriyle, köhne depolarda unutulmuş eski halılarda ve mobilyalarda rastladığım ustaların izleriyle kendimi avutmanın yollarını buldum. Sonra sonra resme merakım uyandı. Resim yapabileceğimi düşündüm. Bu sıralarda keman çalmayı öğrendim. Besteler yaptım. Pek çok felsefe kitabı okudum, bilhassa da Kant ve Schopenhauer’inkileri. Esaret yıllarımda pek çok mahpus şehzadenin battığı delilik dehlizlerinden, kendimi bunlar sayesinde kurtardım. Şimdi esaretten de beter bir şeye, sürgüne mahkum oldum. Sanat ve okuma aşkım, beni düşmekten bir kez daha kurtaracak. Allah büyüktür.” Dairesinin duvarlarında halifenin pek çok resmi asılıydı. Bir tanesinde iki prensesi resmetmiş. Prensesler sefa düşkünü Abdülaziz zamanının güzel, parlak kumaşlarıyla örtünmüşler. Muhammed’in tasvir ettiği cennetteki huriler gibiler. Abdülmecid daha sonra bir başka resmi gösteriyor. Kendisinin bir portresi bu. Küçük oğullarına coğrafya dersi verirken resmedilmiş. Resimde bir harita önünde duruyor ve parmağı, Türklerin Balkan Savaşları’nda kaybettiği toprakları işaret ediyor. Haritanın üzerinde açıkça okunan bir slogan: Asla unutma. “İnanıyorum ki” diye bağırdı, “mutsuz ülkem için görecek yeni bir felaket kalmadı.” […]
Abdülmecid’in kaderi bir paradokstur. Osmanoğulları’nın Abdülmecid’e deyin tüm halifeleri şimdiye kadar Kuran’ın emriyle ve ona uyarak iş başına geldi. Fakat Abdülmecid’in halefleri Müslüman dünyasının büyük kısmında, zorba olarak görülüyordu. Yalnızca Abdülmecid Mısır ve Hindistan Müslümanlarınca da ümmetin lideri sayıldı. Halifeyi göndermek ve onun makamını ortadan kaldırmakla Türkiye, Enver Paşa, Abdülhamid ve hatta Mustafa Kemal’in de peşinden koştuğu panislamizmi kuvvetli şekilde reddediyor ve alıştığımız üzer Avrupa diplomasisi yine ters köşeye yatıyor. ‘Kutsal savaş’ ve ‘İslam’ın başkaldırısı’nı Türkler kendi başlarına gerçekleştiriyorlar. Türklerin bu beklenmedik adımı, Doğu’nun milliyetçilerinin İslam’ın yeni dünyasına bakışını yeis ve kafa karışıklığı ile dolduruyor. Abdülmecid’in Hristiyanlık hakkında ya da bu güçlerle beraber entrikalar çeviren yeni- özgür ülkesi hakkında kötü emelleri olduğunu düşünmek zor. Kendisini tanıdığım kadarıyla şunu söyleyebilirim ki, Abdülmecid’in Paris’te ‘Salon’ için resimler yapmak ve kendi bestelediği ‘berceuse’ ve ‘concerto’larını, kendi kemanıyla ‘kafir’ kalabalığa dinletmekten başka arzusu yoktur.
10.04.1924
TÜRKİYE’DE OKULLAR KAPATILIYOR
Okul duvarlarının tüm dini simgelerden arındırılması istenmişti. Kurala uymayan Fransız ve İtalyan okulları kapatılıyor.
[...]
Türklerin dinle olan ilişkileri şimdi başlarını daha çok ağrıtıyor. Hindistan’a yardım toplamaya giden bir Türk misyoner eli boş döndü. Bunda halifeliğin kaldırılması kararı şüphesiz çok etkili.
10.04.1924
LLOYD GEORGE’UN TÜRKLER KARŞISINDAKİ SAVUNMASI SINIFTA KALDI
[...]
Eski başkan (Lord Curzon) Avam Kamarası’nın uzun zamandır alışık olmadığı şekilde, eski güzel günlerindeki gibi konuştu. [...] Lozan’a karşı oluşunu üç gerekçeyle özetledi. Birincisi Lozan’da Sevr’deki şartların hiçe sayılmasıydı. İkincisi Lozan’ın Fransızca kaleme alınmasıydı. Bunun İngiliz prestijine gölge düşürdüğünü iddia etti. Son olarak da Boğazların özgürlüğünü kabul etmenin vahim bir hata olduğunu savundu. [...] Konuşmaya dahil olan başbakan Stanley Baldwin “Türkiye ile barış mı yapmalı yoksa hiç de uygun olmayan koşularda savaşmalı mı? Cevaplamamız gereken sual budur. Karşımızda yenik bir Türkiye yerine milliyetçilik ve egemenlik ideali ile sarhoş yeni bir ülke var. Müttefiklerimiz Ortadoğu’da birbirinden farklı politikalar sürdürmeye çalıştığından beri Türkler, karşılarına hiçbir Avrupalı ordunun çıkmayacağını düşünüyorlar. Lord Curzon bir antlaşmaya varabilmek için elinden gelen hüneri gösterdi. Kendisinin sorduğu soru aslında şu: İngiltere boğazları elinde tutmak için savaşmaya hazır mı? Cevap hayır ise Türkleri bir kez daha Batı Trakya’da göreceğiz.” dedi.
[...]
13.04.1924
HALKIN DİKTATÖRLERİ
Avrupa’daki diktatörler, başbakan kılığına bürünerek yahut geçmişin taçları ardına sığınarak iktidarlarını devam ettirmeyi daha fazla sürdüremiyorlar. Başarılı diktatörler hararetle ve gösterişle kutlanıyorlar. Onlar artık değişmez talebin politik idarecileri, iç siyasetin gururu ve komşularının imrendikleri adamlar. Gösterişlerini ve nasıl da çoğaldıklarını gözlemleyiniz. Avrupa haritasında yer alan 28 memleketin en az dokuzunda ve daha ufak bölgelerin neredeyse üçte ikisinde askeri, bürokratik ya da birey diktatörlüğü hüküm sürmekte. Bu dokuz ülkenin içinde yer alanlardan biri Avusturya. Sözde aydın demokrat bir hükümet tarafından idare ediliyor ancak hakikatte Milletler Cemiyeti’nin kontrol ettiği bir komisyonun diktatörlüğü suyun başında durmakta. Macaristan ise kendi elleriyle ördüğü yularını bir efendiden başka bir efendiye, güya aydınlanmak için vermiş durumda. İtalya Mussolini’nin hükmü altında. Türkiye ise Mustafa Kemal liderliğinde çalımla geziyor. Almanya iki şansölyeye tüm yetkisini vermiş; biri zayıf Stresemann*, öteki diktatör Marx**. Ve Almanya esrarengiz bir şekilde sessiz sedasız gelişmekte. Yunanistan’da ise başbakan askeri cuntanın cevazı ile ülkesini yönetiyor. Bulgaristan’da da Stamboliyski’nin*** ayağını kaydıran burjuva diktatörlüğü başta. Rusya ve Avrupa’nın geri kalanında böylesi diktatörlüklerin pek çok çeşidine rastlamak mümkün; Litvanya, Estonya, Letonya, Gürcistan, Ermenistan… Ve geçen sene İspanya da yönetimi otokratlara teslim etti. Fransa’yı da bu kervanda saymak gerekir. İrlanda Cumhuriyeti ise özgür, bağımsız bir yönetim sayılmalıdır. Bunun yanında Polonya, Romanya ve Arnavutluk da parlamentolarını tek adama teslim etmek için bekliyorlar. Bu genç cumhuriyetler henüz tek adama teslim olamadılarsa bunun sebebi buna layık birini bulamamış olmalarıdır. İyi bir kasap bulmak kadar zor iş; nadir ve paha biçilemez. Özetle şunu söyleyebiliriz; talebi karşılayacak kadar diktatör yok. Halk her yerde işe yaramaz hükümetlerin şamatasının yorgunluğunu sırtlanıyor. Kendi maceralarını yaşamak için, onları sürükleyecek bir otokratın hasretini çekiyorlar.
[…]
Mustafa Kemal’i Rusya dışındaki diktatörler ile kıyaslayınca eski moda buluyorum. Türkiye diğer ülkelere nazaran daha gözle görülür bir baskı altında yönetiliyor. İnsanlar izleniyor, bir yerden bir yere seyahat etmek için –ülke içinde dahi olsa- izin almaları gerekiyor. Her şey sansürlü ve herkes şüpheli. Hercai vergiler ve vatandaşlık görevleri dayatılıyor. Türkiye Millet Meclisi üyesi birinden açıkça, kendilerinin seçim bölgelerine ‘atandığını’ duydum. Türkiye’de seçmen nüfusunun büyük bir kesiminin teorik olarak bir oy hakkı aslında yok. Hatta cumhuriyeti yalnızca ‘gölge’ bir seçmen kitlesinin arzuladığı da doğru olabilir. Mustafa Kemal henüz ‘biraz’ tutucu. Tıpkı Sovyetler’in başı gibi. İstanbul’da fısıltı gazetesi, Türk Devleti’nin, Sovyet Devleti ile gizli bir bağı olduğunu dillendiriyor. Kemal, modern olmayan Türkleri, aba altından sopa göstererek ‘adam etmeye’ kararlı. Çok eşlilik yasaklandı. İçki yasağı kaldırıldı. Kadınlara tanınan oy hakkı, tıkıldıkları haremlerde bu hakkın ne anlama geldiğinden bihaber yaşayan dehşet dolu peçeli kadınları haremlerden çekip çıkardı. Meclisin halifelik makamını kaldırmayı tartışmasını protesto etmek amacıyla kaleme alınan “editöre mektup” yazısını yayınlayan üç gazete sahibi vatan hainliği ile suçlandığında Ankara’da idim. Daha sonra da kimsenin İstanbul’dan kaçamadığı ve yetkililerin izni olmadan hiçbir yere kıpırdayamadığı politik felaketin ortasındaydım. Bu soruşturmalar halifelik makamının ilgasına sebep oldu. Bu başlı başına bir hikayedir fakat önemli olan bu hikayenin gösterdiği şey; Mustafa Kemal yeni bir gelecek inşa etmek için geçmişi parçalamaktan çekinmiyor ve Türklere varmaları gereken bir hedef gösteriyor. Türkler bu hedefin peşinden koşarlarken geleneklerinden uzakta, liderlerinden geride kalıyorlar. Mustafa Kemal’in İslam dünyasının başını hiçbir ‘kutsal savaş’ vermeden kovması dini fanatizmin yok olduğunu ya da bir süreliğine uyuduğunu göstermez fakat İslam’ın kulu olan halkı, inşa ettiği milliyetçiliğin neferine dönüştürdüğünü gösterir. Halkın büyük kesimi bu cesur ve küstah politikayı hazmetmeli.
[…]
* Gustav Stresemann
** Wilhelm Marx
***Aleksandr Stamboliyski
19.04.1924
AMERİKAN OKULUNDAKİ TÜRKLER OLİMPİYAT TAKIMINDA
Robert Koleji’nin üç erkek öğrencisi olimpiyat takımına seçildiler. 100 metre koşuda Rauf Bey*, 200 metrede Şekib Bey** ve 400 metrede Necati Kadri Bey***. Buna ek olarak Türkler Paris’teki olimpiyatlara bir de futbol takımı gönderecekler. Hükümet sporcular için 28.000 lira ödenek ayırdı.
* Rauf Hasağası. 100m koşu ve 4x100m bayrak yarışlarına katılmış, ilk turda elenmiştir.
**Şekip Engineri. 100m koşu ve 4x100m bayrak yarışlarına katılmış, ilk turda elenmiştir.
***Bu isimde biri 1924 Olimpiyatları’nda yer almıyor. Kaleci Kadri Göktulga kast ediliyor olabilir fakat o da Robert Kolej’den değildir.
27.04.1924
ALKOL YASAĞI YILLAR SONRA KALKIYOR
Dünya harbi sonunda Türkiye’de ispirto tüketimi Amerika’dan gelen düşük kaliteli liköre bağlı olarak fevkalade artmıştı. Bir başka sebep ise Rum hekimlerin Müslüman hastalarına yazdıkları alkol reçeteleri. Bu gelişmeler Türk yöneticileri alarma geçirmişti.
Alkol karşıtı cemiyet* alkollü içkilerin tüketimini kısıtlayacak bir yasa çıkarılması gerektiğini savunuyorlar. Sürgündeki Halife bu cemiyetin başındaki isimdi. Ankara’daki meclis ise dini kurallara boyun eğmeye alışkın vatandaşlarını, sivil yasalara alıştırmak istiyor.
Kemalistler alkolü yasaklayan ve dayanağını dinden alan yasaya şiddetle karşı çıkıyor. Bu yasaya göre her türlü alkolün üretimi, tüketimi ve barındırılması yasak. İçki içen yahut satan Müslümanlar cezalandırılır. Yabancı şarap tüccarları stoklarını her iki ayda bir Türk makamlarına bildirmekle yükümlüdür. Bu yasak nedeniyle haşhaş ve tütün tüketimi arttı, ki onlar da alkol gibi zararlı etkileri olan maddelerdir. Sonradan tütün ve haşhaş kullanımı da yasaklandı.
Kemalist rejimin bu yasaya karşı çıkmasındaki temel sav, yasanın gücünü dinden alması. Kemalistler vatandaşlara dini ve sivil yasaları birbirinden ayırmayı öğretmeyi hedefliyorlar. Her genç Türk’ün amacı devlet ile dini sosyal hayatın her alanında birbirinde ayırmak. Türkler dini ve hukuki vazifelerin bir ve aynı olmadığını; dini vazifelerin yerine getirilmesinin takipçisinin devlet olamayacağını öğreniyorlar.
Bundan önce bu yasalar İslam dininin yetkilileri tarafından denetleniyordu. Aynı zamanda halife olan sultan da bu kuralların denetçisi konumundaydı. Milliyetçiler bu köhne teokratik gelenekleri yıkmak istiyorlar. Anayasalarını modern ve özgür düşünceler üzerine kurmak istiyorlar.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin hilafeti kaldırması da tam da bu sebeptendi. Çünkü onlara göre halifenin böylesi bir sistemde üsteleneceği hiçbir vazife yoktu zira devlet dini vazifelerin ve kuralların denetleyicisi olamazdı.
Türkiye şu an ülkenin ihtiyacı kadar alkol üretemiyor. Bunu ithal etmesi gerekiyor. İthalatı serbest girişimciye bırakıyor fakat devlet bu alışverişin sıkı takipçisi ve denetçisi olacak. Alkolün aşırı kullanımını cezalandıracak olan da yine devletin kendisi olacak.
Alkol yasağının İslam’da uygulanır olmasıyla birlikte, Türkler Orta Asya’da politik üçlerini arttırdılar. Orta Asya’da yaşayan ılımlı Türk boyları, Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişmesinde baskın rol oynadılar. İçkinde uzak duran sofu askerler sayesinde imparatorluk Hindistan’dan Granada’ya dek hakimiyetini genişletti. Bu onlara dayatılan bir yasaktan ziyade, gönüllü oldukları bir erdemdi zira İslamın ilk zamanlarında şarap yasak değildi. Öyle ki peygamberin sahabesi içinden bile şarap içenler vardı.
Kuran şarapta hem hayır hem de şer olduğunu söyler fakat şerrin daha fazla olduğunu da ekler. Bir başka ayette de müminlere şarap ve kumardan kendilerini sakınmalarını tavsiye eder. Ancak şarap müminlere ilelebet yasak edilmiş değildir. Gelecekte cennete kendilerini şaraptan ırmakların aktığı bahçeler beklemektedir.
Müslümanlara komşu milletlerin hoyratlığı ve ahlaksızlığı Muhammed peygamberi daha da katı olaya sevk etti. Şarap ve diğer sarhoş edici şeyler tümüyle yasaklandı ve bunlara ilişmek büyük günah sayıldı. Harama yaklaşmanın cezası özgür bir adam için 80, köle içinse 40 kırbaçtı. Tüm yasaklamalara rağmen Müslümanlar evlerine gizlice şarap soktular yahut kendileri imal ettiler. Tarihçi Gibbon “Şiraz’ın şarapları Muhammed’in yasalarından yukarıdadır” der. Halifelerin kendileri de kötü örnektiler. Yine de bu yasaklar neticesinde Türkler alkole uzak kaldılar. Bir Avrupalıya kıyasla alkole toleransları oldukça düşüktür. Avrupalılar ise Türklerin aşina olduğu haşhaşa karşı dayanıksızdırlar.
* Hilal-i Ahdar (Yeşilay)